Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Rusya ve Türkiye arasındaki İdlib anlaşmasının gizli hesapları | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Rus ve Türk başkanların silahlı muhalefet ve rejim güçleri arasındaki temas hattı üzerinde 15-20 km derinliğinde İdlib’de silahsızlandırılmış bir bölge inşa etmek için yol haritasını açıklamaları, sürpriz bir olay gibi görüldü. Söz konusu yol haritası kapsamında bölgeden bütün ağır silahlar çekilecek, tüm radikal muhalif savaşçılar özellikle de Nusra Cephesi çıkartılacak ve çizilen bu sınır hattında Rus-Türk ortak birlikleri devriye atacak.

Moskova’nın Ankara ile yapılan anlaşmayı bitirip rejim güçlerini destekleyerek ve peş peşe bombardıman yaparak İdlib’e yönelik açık bir savaş düzenlemek istemesinin arkasında sanki bazı gizli hedefleri gerçekleştirmek yatıyor. Bu hedefler arasında ise, en tehlikeli cihatçıların isimlerini ve bulundukları yerlerin bilgisini elde etmek için silahlı gruplara şantaj yapmak da dâhil Türkiye’nin silahlı İslam örgütlerinin kartıyla oynama girişimini engellemek ve Türk hükümetine baskı yapmak yer alıyor.

Ayrıca bu hedefler arasında Nusra Cephesi’nin insansız hava araçlarıyla Hmeymim Hava Üssü’ne yönelik saldırılarını engellemek ve yeni göç dalgasının başlama olasılığına karşı Avrupa ülkelerini endişelendirmek de yer alıyor.

Belki de İdlib kentinin korkunç nüfus yoğunluğundan dolayı insani felaket bataklığına kayma endişesi, Kremlin yönetimini kapsamlı savaş seçeneğinden vazgeçmeye sevk etti. Zira İdlib’de Suriye’nin farklı şehirlerinden göç eden 3 milyon insan yaşıyor. Aralarında başka seçenekleri bulunmayan on binlerce savaşçı varken durum nasıl olacak? İşte bunlar, askeri çözümü beşeriyet ve medeniyet düzleminde oldukça maliyetli bir hale getirecektir.

Buna karşılık Türkiye, Suriye’deki nüfuzunu kaybetmemeye çalışıyor. Ankara, İdlib gibi sınırına yakın bir şehir üzerindeki kontrolünü kaybetmeyi ve Kürtlere karşı kullandığı grupların Rus saldırılarına maruz kalmasını istemiyor. Daha da önemlisi Türkiye, ekonomik ve sosyal bakımdan ağır gelen yeni bir göç dalgasının meydana gelmesini istemiyor.

Belki de gizli hesaplarında Türkiye, silahsızlandırılmış bölgenin uluslararası düzeyde daha fazla destek görmesini ümit ediyor. Bu destek, üzerindeki ABD baskısının şiddetini azaltabilir ve Avrupa ülkeleriyle iletişim kanallarını artırabilir. Ayrıca bu destek, Türkiye’yi Nusra Cephesi’nin konumunu yumuşatmaya teşvik edip kendisini feshetmeye ve ılımlı gruplara katılmaya zorlayabilir. Bu da Türkiye’nin Sukur el-Şam, Ceyş el-Ahrar ve Suriye Kurtuluş Cephesi gibi İdlib’de kendisine bağlı en önemli askeri grupları içine alan “Ulusal Kurtuluş Cephesi” adında yeni bir oluşuma önem verdiğini gösteriyor. İdlibli gençlerin çoğunu Kürtlerin direncini kırmak ve Suriye’nin kuzeybatısında Türk nüfuzunu muhafaza etmek anlamına gelen Fırat Kalkanı’na katılmak için onları çekmeye devam ettiğinden habersiz değiliz.

Ankara hükümeti, İdlib’i savunmak için kapsamlı ve maliyetli bir savaşa sürüklenmekten kaçınıyor. Fakat bu durum, Türkiye’nin İdlib’e yönelik kapsamlı savaşı reddeden uluslararası tutumdan ve ortak çıkarlarını muhafaza etmek için Ankara ve Moskova’nın birbirine olan ihtiyacından destek alarak ateşkes hattındaki askeri varlığını pekiştirmek suretiyle nüfuzunu savunmak için hazırlık yapmasına bir engel değil. Bu da Türkiye’nin Rusya’yla anlaşma yapmasını kolaylaştırdı. Bu anlaşma sayesinde iki taraf, şehrin güvenliğini ve radikal güçlerin tasfiyesini garantilemek için işbirliği yaptı. Türkiye açısından ödül ise, Suriye’nin geleceğinden elde edeceği payı korumak, Kürtleri destekleyen Batı’nın eğilimini söndürmek ve Afrin şehrindeki varlığının devamını garantilemektir.

Batılı ülkelerin cihatçı grupları vurma ve onları yok etme noktasında gerçek çıkarları olduğu doğrudur. John Kerry, “Radikaller olduğu ve dünya, radikalleri temizlemek için onları İdlib şehrinde toplamayı kabul ettikçe İdlib, katliama doğru gidecektir” diyerek bunu açık bir şekilde belirtti. Batılı ülkelerin Suriye çatışmasından zarar gördükleri ve rejim ile müttefiklerinin kesin bir zafer kazanmasını engellemek için büyük çaba sarf edecekleri doğrudur. Bu da Avrupa’nın İdlib’de aşırı güç kullanımını reddeden Ankara’nın tutumunu ve Washington’un Kürt müttefiklerini Şam hükümetine karşı kışkırtma çabalarını neden desteklediğini açıklıyor. Şu da doğrudur ki Batılı ülkeler, İdlib’e yönelik savaşın hem Rusya hem de İran’ın içine gireceği bir bataklık mesabesinde olmasını istiyor. Fakat şu da bir gerçek ki Avrupalı devletler, mültecilerin ekonomik yükünü azaltmak, topluma entegre olamamalarından dolayı kendi vatandaşlarının yaşam koşulları üzerindeki olumsuz etkilerinden kaçınmak, sağ kanadın parlamentoda çoğunluğu yakalayan mevcut hükümetlere karşı kamuoyunu kışkırtarak göçün olumsuzluklarını istismar etme girişimlerini engellemek için kendi topraklarına yönelik yeni bir mülteci dalgasının meydana gelmesini istemiyorlar.

İran; Rusya ve Türkiye arasında meydana gelen anlaşma nedeniyle silahlı Sünni grupları yok edip halkın desteğini almak için önemli bir fırsatı kaçırdığını biliyor. Fakat Tahran, cihatçı terör gruplarına karşı mücadelede kendisine olan ihtiyaçla kaçırılan bu fırsatı telafi ediyor. Bu da İran’ın Suriye topraklarındaki varlığını sınırlandırmasına yönelik isteklerin şiddetini azaltıyor ve ABD’nin baskılarından ve İsrail hava saldırılarından kaçınmak için askeri varlığını güçlendirme noktasında Tahran’a vakit kazandırıyor.

Diğer yandan Suriye rejimi, tüm Suriye topraklarına yeniden egemen olmak, terör gruplarına karşı koyarak biraz meşruiyet kazanmak ve ekonomik krizini kontrol etmek için İdlib savaşına yatırım yaptığı sürece en büyük kaybeden taraf gibi görünecek. Rejimin, İdlib meselesinin bu şekilde kapatılmasının siyasi geçiş süreci ve Suriye halkına karşı işlediği suçlardan yargılanma gibi başka meselelere kapı aralayacağına yönelik endişesini gözden kaçırmamalıyız.

Bugün, insan canının ve insan haklarının değerli olmadığı, Suriye halkının ucuz pazarlıklara alet edildiği, hayatını kaybedenlerin çok olduğu İdlib’e yönelik kapsamlı savaşın durdurulması ve sivillerin canlarının korunmasıyla ortaya çıkan ümit ile şehrin işgal edilmesine ve yanmış toprak politikasının izlenmesine dayanan acı arasında huzur ve güvene çağıran hiçbir şey yok.