İngiliz’in kavga gürültüden rahatsız olduğu gibi rahatsızlık duyduğu çok az şey vardır.
Bunu, bir tür edepsizlik ve terbiyesizlik olarak değerlendirir İngiliz.
Halk arasında yaygın olan öğütlerden biri, bir insana dini ve siyasi düşünceleri hakkında soru sorulmamasıdır.
Bir insana sorulabilecek en nahoş soru, seçimlerde oyunu kime verdiğidir. Bundan dolayı İngilizlerin havadan sudan konular dışında bir şey konuşmadıkları kanısı yaygındır. Bu, tartışmaya yer bırakmayacak kadar isabetli bir şeydir.
Bernard Shaw bunu fark etmiş ve bu durumdan güldürücü sahneler üretmiştir. Nitekim kaleme aldığı Pygmalion adlı tiyatro oyununda, kahramanlarından biri olan Elisa’yı diğerleriyle hava durumunu tartışırken çizmiştir.
İngiltere’ye gidişlerimde en çok rahatsız olduğum şeylerden biri idi: Onların bu sözlerine defalarca muhatap olmak. Şimdi bile her gittiğimde oralı arkadaşlarım bana bunu söylüyorlar:
Bugün hava çok güzel, değil mi?
Bu durumda senin de ona onay vermen ve tartışmadan kaçınman gerekir. Yoksa maazallah seni edep yoksunu bir yabancı diye yaftalarlar.
Onlar bu mizacı, kendileri ile birlikte yerleştikleri kolonilere de taşıdılar; özellikle de Avustralya ve Yeni Zelanda’ya.
Orada göçmenler kısım kısım. Çoğu da belirli suçları işlediklerinden dolayı İngiliz Hükümeti tarafından reddedilen kimseler…
Edep açısından en önemli şey, hiçbirine kimliği, geçmişi, işi ve o ülkeye neden geldiğini sormamanızdır. Zira sebep, sürgünlük bir suç işlemesi olabilir. Veya bir kadın fuhuştan ötürü sürgüne mahkûm edilmiş olabilir.
Susma adabı, onların ruhuna işlemiş. Bizim bedevi ve misafirlik kültürümüzden tamamen farklı. Bizde tam tersine soru-cevap ve bir konu açmak, misafirliğin temel öğelerinden biridir.
Susma adabına ilişkin özel olarak Avustralyalılar arasında birçok öykü, masal ve güldürü mevcuttur. Avustralyalı edebiyatçılardan biri, oradaki hatıraları hakkında bir hikâye anlatıyor. Hikâye şöyle:
Ülkelerine yaptıkları yolculukları üzerinden çok samimi arkadaşlık kurmuş iki gezgin vardı. Bir gün Batı’da buğday tarımının bol olduğu bir noktaya doğru bir yolculuğa çıktılar. Yürüdükleri yolun her iki yanında da buğday tarlaları uzanıyordu.
Harry, sigarasından derin bir nefes çekti. Sonra onu dudağından aldı ve önünde uzanan buğdayları işaret ederek arkadaşına şöyle dedi: Bu, iyi cins bir buğdaydır. Sonra da yoluna devam etti.
5 saat yürüdükten sonra bir kamp yerine vardılar ve orada konakladılar. Kamp ateşinde bir süre dinlendikten sonra uzandılar ve ortak olan battaniyelerine sarındılar.
Bell, piposunu aldı ve tütünle doldurduktan sonra ateşledi. Piposundan derin ve uzun bir nefes aldıktan sonra arkadaşına döndü ve şöyle dedi: Bence bizim geçtiğimiz o tarla, bir arpa tarlası; buğday değil. Pipo içme işlemini bitirdikten sonra onu battaniyenin başucuna koydular ve derin bir uykuya daldılar.
Sabah olup da Bell, uykusundan uyanıp etrafına baktığında arkadaşı Harry’den eser yoktu. Oldukça garipsedi. Sonra battaniyenin Harry’ye düşen kısmını kaldırdığında küçük bir taşın altına bırakılmış bir kâğıt buldu. Taşı kaldırıp kâğıdı çıkardı. Üzerinde şöyle yazıyordu:
Ben böyle tartışma çekişmeden hiç hoşlanmam. Kendine başka bir yol arkadaşı bul!