Geçtiğimiz çarşamba, tecrübeli, köklü siyasetçi Lord Michael Heseltine, politik hamleler söz konusu olduğunda kişisel gururun bir kenara bırakılması gerektiğini hatırlattı. Bu kriteri birçok politikacı siyasi sözlüğünden neredeyse çıkarmış durumda ve bunların sayısı bütün dünyada artıyor.
BBC muhabiri tarafından Lord’a “İngiltere’nin AB üyeliğinden çıkışının gerçekten uygulanacağına inanıp inanmadığı” sorulduğunda, şahsen “Brexit” projesinin başarısızlığa uğramasını temenni ettiğini ancak, herhangi bir karar çıkmadan önce kendi kişisel tercihlerini bir kenara koyması gerektiğini belirtti. Ayrıca İngiliz hükümetinin AB yetkilileriyle olan müzakerelerinin Brüksel’de nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek için vaktin henüz erken olduğunu söyledi.
1980’lerde politikayla meşguliyetinin zirvesinde olan, genel olarak İngiliz siyasi arenası, özellikle de muhafazakâr parti arenasında kendisini “Tarzan” olarak niteleyen Heseltine bu konuda isabetli konuştu.
Heseltine özellikle partisinin liderlerinden biri olan ve sert siyasi tutumuyla bilinen Demir Leydi Margaret Thatcher önderliğinde de bu siyaset tarzını devam ettirmişti. İngiltere’nin Avrupa’daki çevre ülkeler ile olan ilişkileri üzerinden ortaya çıkan parti içi çekişmeler yaşandıktan sonra Başbakan Theresa May döneminde danışmanlık görevine son verildi. O döneme kadar partisinin politik rotasını belirlemede etkin bir role sahipti.
“Brexit” projesi hakkında hem İngiltere içinde hem de dışındaki kişisel bakış açılarından bağımsız olarak, siyasi deneyime sahip birçok insanın üzerinde uzlaştığı temel konu, 2016 referandumunun gerekli olmadığıdır. Lord Michael Heseltine’nın sözlerinin ışığında ve referandum sonrası yaşananlara bakarak, referandum kararının bir zorunluluktan olmadığını söyleyebilirim. David Cameron’un kişisel olarak yapmayı taahhüt ettiği bir vaadini yerine getirme arzusudur. 2015 seçimlerinde ezici bir üstünlükle seçim kazanan partisini, seçim programında yazılanların uygulanması hususunda görevlendirdi. Ancak Brexit referandumunun ardından gelen tepkilerle 2017’de yapılan erken seçimde parti dağılma sürecine girmiştir.
Seçim öncesi siyasi vaadlerin yerine getirilmesinin bir asalet taşıdığı ve her türlü takdiri hak ettiği doğrudur. Ancak aynı zamanda Batılı politikacıların çalışmalarını takip eden ve asgari düzeyde siyasi deneyime sahip olan herkes bilir ki seçimde başarılı olanların en son derdi, seçim vaatlerine yerine getirmiş olmanın şerefini almaktır. Genellikle seçim kazandıktan sonra vaatler bir kenara bırakılır. Bu vaatler, gelir üzerindeki vergilerin düşürülmesi ve hizmetlere yapılan harcamaların artması gibi seçmenlerin günlük hayatını da içeriyor. Burada Muhafazakâr Parti’nin en önde gelen lideri ve İkinci Dünya Savaşı’nın İngiliz komutanı Lord Churchill’in şu sözünü mealen hatırlamakta yarar olabilir:
“Bir şeyi gerçekleştirme gücümle ilgilendiğim kadar, popülist gücümle ilgilenmiyorum.”
Cameron öncelikle partisinin kendisine olan bağlılığını yitirdi. İkinci olarak seçimde muhafazakârların konumunu zayıflattı. Üçüncü olarak İngiltere’nin statüsünün geriletti ve Avrupa sahası içindeki etki alanını daraltmış oldu. Sonra da dördüncü olarak oynayabileceği siyasi rolünü kaybetti. Zira 2020 ve sonrası dönemlere kadar siyasi aktör olarak kalabilirdi. Peki, neden o zaman? Partideki bir azınlığı temsil eden izolasyon hareketini tatmin etmek için. Bu akıma mensup olanların “Avrupa” diye bir fobileri var. Sonra ne tesadüf ki bunlar Nigel Farage ile bir araya geliyorlar. Bu şahıs İngiltere siyasetinde hiçbir ağırlığa sahip olmadığı gibi Avrupa meselesinde de dengeli bir tutuma sahip değil. Netice? Sürekli belirsizlik. Hiç kimse nereye sürüklendiğini bilmiyor. 2019 baharına kadar sürecek Avrupa Birliği ile olan bu boşanma süreci nasıl bitecek ve bedeli ne olacak? Yakın tarihte kabul edilen 50 milyar İngiliz sterlini boşanma cezası faturasını da ek olarak zikretmek gerekir. Hâlbuki bu meblağ çeşitli alanlardaki hizmetleri iyileştirmek için tahsis edilebilirdi.
Aynı şey, ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs hakkındaki kararı üzerine de söylenebilir. Evet, seçim kampanyası sırasında söz verdiği bir vaadini gerçekleştirdi. Fakat bu vaat gerçekten mantıkla tutarlı mıdır? Kesinlikle değil. Bu vaat geciktirilemez miydi? Elbette geciktirilebilirdi.
Başkan Trump’ın Kudüs vaadinin uygulanmasını hızlandırmak için kişisel bir şerefin cazibesine kapılmış olma ihtimali var mı?
Evet var. Peki, netice nedir? Dünyanın çoğunu Amerika’ya düşman etmek.
Terörizm ve radikal unsurlarla savaşta Washington müttefikleri için bir tehdit dili kullanmak. Bir seçim vaadinin politik olarak yerine getirilmesi ile siyasi vefa arasında ne büyük bir fark var.
Seçim vaadini yerine getirmek de arzu edilen bir konudur.
Şu anki âli menfaate öncelik vermek şartıyla…
Şahsi şeref kazanmak için vaadi gerçekleştirmeyi aceleye getirerek değil… Kısacası hükümler zaruretlere göre verilir.