Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Silahlı milisler çağında terör kavramı | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

İran son yıllarda milisler ve silahlı gruplarla olan ilişkisini artırdı. Son olarak Fas Dışişleri Bakanlığı’ndan Tahran’ın devletler ve milisler arasındaki ilişkileri uluslararası arenaya taşımaya niyetli olduğu için ayrılıkçı Polisario Cephesi’ni uçaksavar füzelerle desteklediği açıklaması yapıldı. Fas Krallığı, özellikle Hizbullah’a bağlı bir teknik ekibin isimlerini içeren inandırıcı delillerden söz ediyor. Buna göre söz konusu ekip, ayrılıkçı unsurları sokak savaşı için eğitmek adına Cezayir’in Tindouf şehrine geldi. Fas’ın suçlamaları, İran’ın yeni bir uluslararası olgu yaratmak için benimsediği milislere dayalı politikası ile de örtüşüyor.

İran ile milisler ve terörün yayılması arasındaki bu ilişkinin daha fazla ele alınmasına ihtiyaç var. Hele de terörist hareketler olmalarından ötürü milis tipi tüm gruplarla uluslararası olarak baş edilemiyorken. Modern terör eylemi, örgütlenme, düşünce ve kullanılan mekanizmalar açısından durağan bir özellik taşımamaktadır. Bu durum, terör olgusu üzerine çalışan araştırmacıyı gelişmiş bir olgunun önüne bırakıyor ve onu çevresi ve uluslararası olgunun gelişmeleri ile etkileşime sokuyor.

Politik şiddet ve terör kavramı ile bağlantılı zorluklardan biri de silahlı milislerin 2011 senesinden sonra bölgesel Arap coğrafyasında güçlü bir şekilde ortaya çıkması ve üzerindeki etkin egemenlikleri yoluyla “paralel devlet” rolüne bürünmeleridir. Lübnan’da Hizbullah ve Yemen’de Husilerin ayrılma talepleri ile yaptığı tam olarak budur. Polisario Cephesi’nin eylemleri ile Suriye ve Irak’ta Haşdi Şabi unsurlarının askeri, siyasi ve güvenlik açısından oynadığı merkezi rol de bundan farklı değildir.

2011 yılında bir Arap gençlik hareketi bağlamında ortaya çıkan bu dikkat çekici gelişmeye bakarsak yerel halk devrimlerinin özünün bölgesel ve küresel olanla iç içe olduğunu çok net görürüz. Bu öz, örgütsel mekanizmaların oluşumunu ve silahlı kültürel mezhepsel önyargıları dayattı ve bunun terörizmin klasik anlayışına dâhil edilmesinin zorunlu olmadığını göstererek terör faaliyetinin dairesini genişletti.

Doğrudur, bu durum birçok devleti, kuşatma ve terörle mücadele etmek için özel yasalar ve listeler çıkarmaya teşvik etti. Bu gelişme büyük devletlerin yerel hukukunu da kapsamaktadır. İngiltere’nin 2015 yılında çıkardığı yeni terör yasası; 2014 senesinde BAE’deki terör suçları ile mücadele etmek için çıkarılan 7 no’lu Arap Birliği kanunu; Suudi Arabistan Krallığı’nın terörle mücadele etmek için 2014 senesinde çıkardığı önceki kanunu değiştirerek 2017 senesinde yeni çıkardığı kanun buna örnektir. Terörü sınırlamak ve etkisiz hale getirmeyi sağlayacak yasal bir cephane temin etme konusunda Araplar ve devlet tarafından ciddi yasal girişimlerde bulunuldu. Ancak yine de bu çabalar, şimdiye kadar ne kavramın birliğini gerçekleştirebildi ne de üzerinde görüş birliğine varılan; siyasi ve ideolojik hedefleri gerçekleştirmek için bireyleri ve devleti teröre meylettirmek ve onlara zarar eriştirmek amacıyla şiddete teşvik etme ve teorik radikalizm arasındaki sınırları belirgin bir mekanizmaya ulaştırabildi.

Bu nedenle BM’nin zihnindeki bu terör olgusunun yeniden tanımlanması ve böylece terörist olgunun bireysel davranışından bahseden 1937 Cenevre Sözleşmesi’nde ortaya atılan eski terör kavramını aşması gerekmektedir. Terör, ‘hedef alınan kişileri ya da kitleleri korkutmak suretiyle devlete yönelik işlenen suç eylemlerinin bir bütünü’ olarak tarif edilmektedir.

Bu çerçevede bugün BM’nin ve BM Genel Kurulu’nun 2000 yılından beri terör konusunda kapsamlı ve evrensel bir tanıma varmak için sarf ettiği ve onaya hazır hale getirilmiş bir taslağa dönüşen bu çabalardan destek almak zorunlu hale gelmiştir. BM’nin politikasında, terörizm olgusuyla başa çıkmada bir değişikliğe gidildiği görülüyor. Nitekim BM Terörle Mücadele Ofisi, tam olarak belirtmeden terörle başa çıkmak için 5 sorumluluk üstlenmiştir. Buna da aşağıdaki metni referans göstermekle yetinmiştir:

“Genel Kurul, BM Terörle Mücadele Ofisi’nin kurulmasına yönelik 15 Haziran 2017 tarihli 71-291 sayılı kararı esas almıştır. Vladimir İvanoviç Voronkov, 21 Haziran 2017 tarihinde BM Terörle Mücadele Ofisi’nin Genel Sekreter Vekili olarak atanmıştır.

Genel Sekreter Antonio Guterres de BM Terörle Mücadele Küresel Stratejisi, Terörle Mücadele Uygulama Ekibi ve Terörle Mücadele Merkezi uygulamasında BM’nin üye devletlere destek kapasitesine ilişkin A – 71-858 raporu ile öneride bulunmuştur. Bu strateji, başlangıçta Siyasi İşler Dairesi tarafından kurulmuş daha sonra Genel Sekreter Yardımcısı başkanlığındaki yeni bir terörle mücadele bürosuna devredilmiştir.”

Evet, BM’nin bu çabaları Ortadoğu’da teröre karşı geniş ittifaklar oluşturmak üzere uluslararası toplumu harekete geçirmiştir. Ancak yeni bir milis tarzı oluşturan hareketlilik ve mevcut uluslararası bağlamın dikkate alınması gerekir.

Bu bakış açısından milisler, terör uygulamasında yeni bir tarz geliştiriyor ve bu tarz, toplumu ve devleti (genellikle zayıf devleti) dini grubu silahlı bir siyasi parti ve devletin ordusuna paralel bir orduda sıkıştırma konusunda zorluyor. Lübnan ve Yemen’de olan tam olarak budur. Yeni terörist silahlı milisler, ayrılıkçı, bölücü, etnik ve mezhepçi bir yapıya sahip olabilirler. Nijerya Müslümanları arasında zorunlu partizan bir savaşa dalan Nijerya Hizbullahı buna örnektir.

Milisçi terör uygulamasının ana ülke ve tarihsel olarak birleşik toplum grupları ile çatışmakla yetinmediğini görürüz. Milis çağında terör uygulamasının elde ettiği yeni etkinlik ve ilerleme, bunları BM tarafından tanınan bir devlet içinde ‘devletler’ haline getirdi. Aynı zamanda BM kuruluşları, silahlı milislerle resmi diyaloglara girmekte bir sakınca görmedi. Hem de milislerin kanunla düzenlenmemiş silahlı örgütler olup silahlı eylemlerinin devlet tarafından gerçek anlamda denetlenmemesine rağmen.

Mali Devleti’ndeki Tuareg milisleri örneğinde olduğu dini terörist gruplarla iç içe olan ve terörist örgütler listesinde yer alan bazı modeller bizim için sınıflandırmayı kolaylaştırıyor olsa da örneğin Libya’da şu anda yayılan onlarca milisi sınıflandırmak oldukça zordur. Örf ve uluslararası kanun çabaları bu bağlamda iç savaşın doğasına, savaşma ve savunma pratiğine yoğunlaşıyor. Her ne kadar BM’ye bağlı olanlar da dâhil uluslararası örgütler, silahlı grupları zulüm ve soykırım yaptıkları için kınasa da kanuni açıdan milisler ve silahlı gruplar, ille de terör hareketleri olacak diye bir kaide yoktur.

Bu olgu, sınıflandırma, uluslararası tanınma ve terörist milislerle savaşçı ve barışçı bir şekilde nasıl başa çıkılacağı konusunda bir sorudan daha fazlasını beraberinde getirir. Bunlarla silahlı siyasi hareketler olmaları dolayısıyla uluslararası kanuna uygun olarak başa çıkmak mümkün mü? Yoksa el-Kaide, DEAŞ, Pakistan Talibanı, Irak Hizbullah Tugayları, Ekrem el-Kabi önderliğindeki en-Nüceba Hareketi vd. silahlı milisler gibi terör örgütleri olarak mı sınıflandırmalı?

Bu yasal boşluk, İran’ı Ortadoğu ve Afrika düzleminde milisler ve silahlı gruplar yetiştirme ve besleme konusunda teşvik ediyor. Bu bağlamda Fas’ın Tahran’ın Polisario Cephesi’ni silahla (uçaksavar füzeler vs.) desteklediğine yönelik açıklaması anlaşılabilir. Aynı şekilde Hizbullah unsurlarının Polisario savaşçılarını gerilla savaşı için eğitmek ve tünelleri savaşçı amaçlarla kullanmak için Cezayir’in Tindouf şehrindeki Sahra kamplarına gelmesi de bu bağlamda anlam kazanır. İran’ın bu gibi davranışlarının Devrim Muhafızları’nın uluslararası jeopolitik çekişmenin doğası ile örtüşen vizyonu ile uyumlu olduğu söylenebilir. Velayet-i fakihe sadık Şii milisler, yeni bir askeri ve güvenlik konumu dayatmak için kullanılmaktadır ki dayatılan bu durum, İran’ın siyasi coğrafyadaki stratejik çıkarlarına hizmet etmekte ve ittifaklarının dairesini genişletmektedir.

Bu merkezi amaç uğruna İran, yayılma ve saldırı stratejisinden geri durmayacak ve kendi uluslararası politikasına karşı ya da İran’ın ‘küresel kibir ekseni’ olarak tarif ettiği şey ile ittifak halinde olan ülkeler içinde daha fazla gerilim bölgesi yaratacak. Üstelik askeri kapasitenin eşlik ettiği bir diplomasi ve medya politikası da izliyor. Tahran’a bağlı çok sayıda milis de savaşın ateşlenmesi noktasında merkezi bir rol oynuyor. Bu, Devrim Muhafızları’nın Tahran ve ilgili ülkeler arasındaki ilişkilerin askeri bir mahiyete büründürülmesi yoluyla bölgede İran’ın varlığını keskinleştirmesini sağlıyor.

Bununla beraber İran’ın ayrılıkçı Polisario Cephesi’ni desteklemek suretiyle attığı bu yeni adım, Tahran’a bağlı milislerin Nijerya’da Nijerya Hizbullahı temsilciliğinde attıkları adımdan ayrı düşünülmemelidir. İran’ın Batı Afrika siyaseti, Sünni çevrede Şiiliği yaymakla yetinmeyip İran ve Nijerya Şii örgütü arasında Velayet-i Fakih ideolojisi ve Şii mezhebi üzerinden kurulan ilişkiye dayalı askeri işbirliğini tehlikeli boyutlara taşıyor. Bu da İran’a silahlı milisler yoluyla yeni vizyonu ile örtük olarak silahlı mezhepçi bir cep oluşturma imkânı sağladı. Söz konusu vizyon ise İran’ın stratejik ve dış politikada varoluşsal çıkarları ile bağlantılı aracılar ya da temsilciler yoluyla uluslararası çatışma alanlarına girmeye dayalıdır.

Afrika düzleminde olay, İran’ın ekonomik olarak önemli bağlarla Tahran’a bağlı olan Kenya Devleti’nin istikrarını sarsma girişimlerine kadar vardı. 2014 yılında Kenya güvenlik güçleri sahte pasaportlarla ülkeye giren iki İranlıyı alıkoydu ve ülke içinde terörist eylemler gerçekleştirmeyi planladıkları söylendi. Ülkede aynı olay 2015 yılında da tekrarlandı. Kenyalı yetkililer bu kez İran asıllı iki Kenyalıyı tutukladı.

Kıtanın Batı yakasına gelince; bir grup Devrim Muhafızı’nın Nijerya içlerine silah kaçırmasına işaret edilebilir. Nijerya güvenlik güçleri, 2010 senesinde İran’dan gelen 107 mm Katyuşa roketleri, roket atıcılar ve el bombalarını içeren bir nakliyat tespit etti. BM buna ilişkin raporunda bu yükün Devrim Muhafızları’na bağlı Behineh ticaret şirketi adını alan bir şirket aracılığıyla taşındığını teyit etti. BM’nin raporuna göre bu İran silahlarının nakliyatı, üç Nijeryalı ve Kudüs Güçleri’nden iki subayın silah depolarıyla tutuklanmasıyla sona ererken kendisini Afrika’daki Kudüs Güçleri’nin lideri olarak gören Ekber Tabatabai, İran elçiliğine saklanarak Tahran’a kaçmayı başardı. Yine 2013’ün başlarında Nijeryalı yetkililer, İran silahlarının kullanımı konusunda eğitilen üç vatandaşı tutukladı.

Çatışma Silahları Araştırma Merkezi’nin yayımladığı rapora göre, 2006’dan 2012’ye geçen sürede İran, Afrika’daki silahlar için 14 kez destek sağlamış. Bu yardımlardan yalnızca 4’ü hükümete yapılırken 10’u milislere ve ayrılıkçı gruplara yapılmıştır.