Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Soykırım savaşları ve büyük devletlerin rolü | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

“In The Land Of Blood and Honey” filmi, insanlığı utandıran ve ülkeleri üç yıl boyunca ne yapacağını bilemez bir halde bırakan etnik savaş zehrini içen Bosna Hersek’in bu aşamaya nasıl geldiğini görsel bir şerit halinde sunan bir filmdir.

Bu uzun süren düşünme ve kararsızlık döneminin ardından sonunda ABD,Richard Holbrooke’nin “Barış için Güç Kullanma” stratejisini kabul ederek hayata geçirdi. Richard Holbrooke’nin Dayton Barış Anlaşması görüşmeleri ile ilgili bazı ayrıntıları kamuoyu ile paylaşan Yardımcısı Vali Nasr’ın anlattığına göre, Holbrooke anlaşmaya yanaşmayan Sırp lider Miloşeviç’e ABD’nin güç kullanabileceği tehdidini kasıtlı olarak iletti. Başarısızlıkla sonuçlanan bir başka toplantının çıkışında Holbrooke, askeri danışmanı ile tek başına görüştü. Ondan, B52 ağır bombardıman uçaklarını İngiltere’de bulunan hava üslerinden birine göndermesini ve üsse iniş yapan bombardıman uçaklarının görüntülerinin CNN tarafından yayınlanmasından emin olmasını talep etti.

Sonuç ne mi oldu? Söz konusu görüntülerin yayınlanmasından kısa bir süre sonra Bosna’da savaş durdu. Aynı şekilde Holbrooke, Dayton Barış Anlaşması görüşmeleri sırasında Başkan Clinton’dan Sırp lider Miloşeviç’in hemen karşısına oturmasını ve eğer barış şartlarını kabul etmezse bombardıman uçaklarının hava saldırıları gerçekleştireceğini söylemesini istedi.

Günümüzde de Angela Merkel karşı karşıya kaldığı yoğun baskı nedeniyle Almanya’daki sığınmacılara karşı benimsediği politika olan “nsani ilkeleri” savunmak için silahını çekmiş bulunuyor. Bunun öncesinde de ABD Başkanı Barack Obama’nın eski Dış Politika Danışmanı Ben Rhodes, “The World as It Is” adlı kitabında, Merkel’in “uluslararası liberal düzeni” tehdit edici bir unsur olarak gördüğü Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından üzüntüsünden ağladığı bilgisine yer vermişti.

Ancak Suriye’de yaşanan kanlı savaş,kaos, parçalanmışlık ve bunun Avrupa kıtasında neden olduğu patlamaların sorumlusu da, diktatörleri daha fazla kanlı katliamlar gerçekleştirmeleri için teşvik eden bu başarısız ve içe kapanık siyasettir. Ancak bu denklem, bizlere David Hume’nun devlet paradigması ilkesini hatırlatır bir şekilde değişti. İnsani krizlerin yönetiminde aciz kalan söz konusu “liberal sistemin” aksine, Başkan Trump, müttefikleri ile birlikte Esed güçlerine ve Suriye’deki İran güçlerine art arda hava saldırıları düzenleyerek etkili darbeler indirmeyi başardı. Bu liberal sistem, her ne kadar teorik olarak ifade edildiğinde “başarılı” gibi görünse de, yine başarısız olması kesin bir yöntemle, neden olduğu bu krizi çözmeye çalışıyor.

Günümüzde artık ne demokratik ne de devrimci etkilerin yükselen liberal düzenler üzerinde pratik etkisi bulunuyor. Çünkü sorun özünde kişilerden, bu kişilerin ani krizlerle başa çıkma yöntemlerinden ve dünyayı kurtaracak kararları alma mekanizmalarından kaynaklanıyor. ABD ve Avrupa liderlerinin şimdiye kadar takip etmiş olduğu donuk ve statik politika, Fuad Acmi’nin tabiri ile “tüm dünya düzeninin” tehdit edilmesine neden olmuştur.

Göç ve insani krizlerin neden olduğu sorunlar konusunda duygusal ifadeler kullanmak, siyasi güçsüzlüğü derinleştirerek ülkeleri içine kapanmaya ve kendisini dünyadan izole etmesine yol açacak kimi faydacı eğilimlerin su yüzüne çıkmasına neden olmaktadır. Bu eğilim, William James’in, ”Gerçek, değişmez düşüncenin içinde saklı durağan bir nitelik değildir. Aksine düşünceler, olaylar ve etkileri neticesinde gerçeklik kazanır. Dolayısıyla sürekli bir devinim ve değişim içinde olan olaylar, gerçeğin de sürekli bir değişim ve gelişim içinde olmasına neden olur” şeklinde özetleyebileceğimiz pragmatik felsefesinden yola çıkmaktadır.

Ancak dünyada yaşanan etnik ve iç savaşlara seyirci kalmamız, bizi, devletlerin, yasaların, toplumsal sözleşme, insani yardımlaşma, uluslararası işbirliği gibi kavramların bilinmediği ve korkunç “doğa kanunlarının” hüküm sürdüğü dönemlere döndürmektedir. Aynı şekilde, bize tam olarak İngiltere’de iç savaş ve karışıkların olduğu dönemde yaşayan Thomas Hobbes’in bundan etkilenerek 17. yüzyılda yayımladığı ve “Leviathan Canavarı” efsanesini ele alan kitabını hatırlatıyor. Doğa kanunları ile yönetilen ve düzenli toplum öncesi dönemin yasalarına göre yaşayan bir insan sadece güçlü olmak , kendi güvenliğini sağlamak ve çıkarları ile bağlantılı oldukları sürece diğerlerinin önemli olduğunu düşünen ben merkezli ve bencil güdülerle hareket eder.

Doğa kanunlarının hüküm sürdüğü bu ortamda insan, insanın kurdudur ve birey ile diğerleri arasında sürekli bir savaş vardır. Bu, herkesin herkese karşı verdiği bir savaştır. Karşıtı olan Trumpizm’e karşı dünyadaki insani değerlerin koruyucusu olduğunu iddia eden liberal düzenin birçok politikası, toplumların çoğunu işte bu düzenli toplum öncesi döneme geri götürmektedir. Çünkü İran ile milisleri, Baasçı Suriye rejimi gibi baskıcı ve kötü rejimlere karşı bile sınırlı ölçüde askeri bir müdahalede bulunmaktan ve hava saldırıları düzenlemekten kaçınıp zayıflık gösteren, kendini çeken ve içine kapanan liberal düzenlerin bu stratejileri acı ve trajediden başka bir şeye neden olmamıştır.

Bu iki yüzlü politika ve suç ortaklığı, bölgede zayıf rejimlerin temelini atmıştır. Bu da aynı Libya ve Suriye krizlerinde olduğu gibi Avrupa’nın geleceğini etkilemektedir. Avrupa, aşınmış ve yıkılmakta olan rejimleri ve kurumlarını oruma bahanesi ile kabuğuna çekilmeyi tercih etti. Ancak devlet otoritesinin olmadığı bir yerde, insanların karşılarına çıkan herkesi bir av olarak gördüğü aslanlara dönüşeceğini unuttu. Aynı ünlü Viking dizisine konu olan efsanevi savaşçı Ragnar Lothbrook’un ordusu gibi…

Bu konuda Alman felsefeci Arthur Schopenhauer, “İsteme ve Tasarım Olarak Dünya” adlı kitabında şöyle der:

“Devlet, tek amacı bu vahşi hayvanı yani insanı, barışçıl ve otçul bir hayvana dönüştürmek olan bir maskeden ibarettir.