Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Suudi Arabistan, Kaşıkçı olayından önce de hedef tahtasındaydı | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Suudi Arabistan, hedef alınan bir devlettir. Kriz zamanlarında boş söylemler üretmeyi ve komplolardan bahsetmeyi bırakın.

Haksız yere öldürülen Kaşıkçı konusuyla ivedi bir şekilde bağlantısını kaybeden tutum ve planlarla dolu tehlikeli bir gündem oluşturmak için Cemal Kaşıkçı’nın ölümüyle ilgili belirsizliklerde pek çok siyasi faktör bir araya geldi.

Medya ve siyaset çevrelerinde Suudi Arabistan’ın karşı karşıya kaldığı fırtınayı meydana getiren iki temel faktörden bahsetmekle yetineceğim.

Öncelikle Suudi Arabistan, net bir proje tarafından gerçekten hedef alınmaktadır. Bu proje, Prens Muhammed bin Selman’ın reform projesinin başarısız olması halinde yeni dörtlü (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn) projenin de başarısız olacağını düşünüyor. Bu dört ülke, değerler, siyaset, medya ve toplum yönünden politik projeyi ve Müslüman Kardeşlerin (İhvan) projesini çembere alarak İhvan’ın Mısır’daki yönetim sisteminin yıkılmasına yardım etti. Öyle görünüyor ki İhvan, buna karşılık veriyor. Açıkçası Müslüman Kardeşler, Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayı gibi stratejik bir derinliğe sahip büyük bir hatayı fırsat olarak görüyor. Zaten böyle de oldu. İhvan’ın medya-istihbarat ittifakı, olayı bağlamından saptırmayı başararak üzerine büyük hesaplar ve iddialar ekledi. Öyle ki bu hesap ve iddialar, normal bir mantığın hakkı yerine getirmesini ve olayın sorumlularını yargılamasını aşmaktadır. Aslında Suudi Arabistan’ın tam olarak vaat ettiği, yaptığı ve yapmaya devam ettiği şey de bu. Yani o, hakkı gerçekleştirmeye ve olayın sorumlularını hesaba çekmeye çalışıyor. Ancak Suudi Arabistan, kendi reform projesine yoğunlaşan medya, siyaset ve psikolojik boyutlara sahip benzeri görülmemiş bu saldırıya engel olamadı.

İkinci olarak suçsuz olduğu kanıtlandığında bile Suudi Arabistan’a devamlı olarak suçlu bir devlet muamelesi yapan uluslararası faktör gelmektedir. Öte yandan suçlu olduğu anlaşılan bütün devletler suçsuz muamelesi görmektedir. Sanki devletlerarasında sadece Suudi Arabistan, sert kurallara göre muamele görüyor gibi. Bu, itiraf etmemiz ve ona göre hareket etmemiz gereken siyasi bir gerçektir. Bu siyasi gerçek, birçok ortak çıkarları ve biraz da ortak değerleri kapsayan kraliyetin Batı’yla ve Batı’nın da kraliyetle olan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Bu da sürekli olarak Suudi Arabistan’dan vazgeçme gücüne ya da kraliyeti abartılı bir şekilde eleştirmeye yol açmıyordu.

Suudi Arabistan, 1973 yılında petrol silahını kullanarak dünyayı şaşırttı. Petrol silahı, Batı’nın siyasi, ekonomik ve kültürel yapısında derin sarsıntılar meydana getirdi. Bu sarsıntıların etkileri, hem ABD’deki hem de Batı’daki karar yapıcıların zihinlerinde hala mevcuttur.

Bu çerçevede 2004 yılında gizliliği kaldırılan İngiltere’nin elindeki belgeler, ABD Başkanı Richard Nixon yönetiminin Suudi Arabistan’ın kararıyla mücadele etme planlarının arasına Körfez’de petrol çıkarılan alanları işgal etme planını da koyduğunu gün yüzüne çıkarttı. Ayrıca bu belgeler, ABD’nin kendisinin ve müttefiklerinin küçük devletler topluluğunun merhametine bağlı olarak yaşamayı kabul etmediğini gösterdi.

Suudi Arabistan, ABD’yle tam bir ortaklık çerçevesinde Sovyetler Birliği’ne karşı koymak için Afgan mücahitlerini destekledi. Zira bu, son derece tehlikeli bir maceraydı. Fakat ortada önemli bir fark bulunuyor. Suudi Arabistan’ın Afgan cihat ideolojisiyle ilişkisi, siyasi fırsatçılık karakterine sahip ABD’nin ilişkisinden farklılık göstermektedir. Bu da Washington’a kültürel açıdan sorumluluğu Suudi Arabistan’a atarak bu dönemin büyük sorumluluğundan kurtulmasına olanak tanıdı. New York ve Washington saldırıları meydana geldiği zaman Suudi Arabistan’ın rolü, değerleri ve ideolojisi hedef alınarak kraliyet, anatomi masasına yatırıldı. Bu ilişkiye Suudi Arabistan’ın Arap Baharı’na karşı tutumunu, halk gösterilerine ve sokak aracılığıyla değişime yönelik endişe politikasını da ekleyebiliriz. Böyle bir tutum, Batı ve Suudi Arabistan arasındaki yanlış kültür algısını daha da artırarak Riyad ve Avrupa arasındaki ittifakı daha kırılgan bir hale getirecektir. Bundan dolayı Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayı gibi bir olay meydana geldiği zaman Riyad, öfke ve kınama dalgasına maruz kaldı.

Riyad, konsolosluk krizinden daha tehlikeli krizlerle karşı karşıya geldi. En tehlikeli kriz de Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesiydi. Abdurrahman Raşid’in dikkatimi çeken değerlendirmesine göre Suudiler, Bağdat’tan yayın yapan kraliyet karşıtı radyolarla değil, aksine Suud petrolünün yakınına kadar gelen Irak’a ait tank ve toplarla uyandı. Bu top ve tanklara sınırsız korku, o dönemde ABD’nin gerçek tutumu ve Washington’un Saddam’ı koruyup korumayacağına yönelik uluslararası belirsiz bir atmosfer eşlik etti. Her şey risk altındaydı. Bu tamamen doğru. Fakat şu da bir gerçek ki konsolosluk krizi, farklı bir zamanda yani internet çağında meydana geldi. Karşımızda radyo ya da televizyon savaşı değil, tam tersine Cemal hakkında ardı arkası kesilmeyen ve herkesin katıldığı yayın programları bulunuyor. Bu yayınların platformları, araçları ve etkileri birbirinden farklılık gösteriyor. Suudi Arabistan’ın düşmanlarının ortak bir hikâye üretmedeki başarısı, uluslararası kamuoyunu etkilemede önemli bir yere sahipti. Bu, fırtına çıkartmak için üç unsura gereksinim duyan “trendoloji” ya da “trend” kültürü çağıdır: Adil bir mesele (ifade özgürlüğü), dramatik bir an (öldürme ve cesetle ilgili rivayetler) ve etik öfke… Bunların hepsi de Cemal Kaşıkçı meselesinde mevcut. İki siyasi faktör ve yeni teknolojik gerçek, Kaşıkçı meselesini bağlamından koparıp Suudi Arabistan’a zarar verme projesine dönüştürdü.

Reform programını korumak amacıyla rotayı, politikaları, tutumları düzeltmek ve konsolosluk olayından ibret alıp ders çıkartmak için önümüzde zorlu uzun bir süreç var. Tüm bunlar, kraliyetin güvenlik ve emniyet çatısı altında gerçekleşmeli. Suudi Arabistan’ın geleceği, Ortadoğu’da hepimizin geleceği demektir.