Suudi Arabistan geçen Salı günü yaptığı açıklamada açık, kati ve yüksek bir sesle Yahudi Ulus Devlet Yasasına itiraz ettiğini deklare etti. Kral Selman bin Abdülaziz başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından yayınlanan bildiri, uluslararası hukuk yasalarına atıf yaparak, Suudi Arabistan’ın uluslararası meşruiyet ve yüksek insan hakları ilkeleri ile çelişen bu yasayı kesin bir şekilde reddettiğini belirtti.
Suudi Arabistan’ın tamamen ırkçı ve ayrımcı olarak nitelenebilecek bu karara karşı çıkışı, gerçekte Suudi Arabistan’ın Filistin halkının tarihi topraklarındaki yasal haklarını korumak için attığı adımlardan sadece biridir. Aynı şekilde İsrail’in birbiri ardına gelen suistimallerine, barış için öne sürülen her girişimi boşa zaman harcayarak başarısızlığa uğratma ve Filistin-İsrail sorununa barışçıl bir çözüm getirmeyi amaçlayan uluslararası çabaları boşa çıkarma yöntemlerine karşı çıkan etik bir duruşu da simgelemektedir.
Peki İsrail’in bu yeni yasası ne içeriyor ve amaçları nedir?
Yeni yasa, İsrail’i Yahudi halkına ait ulusal bir devlet olarak tanımlayarak sadece Yahudilerin kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduklarını söylüyor. Bu ırkçı yasanın özünde ise Kudüs’ün işgalinin derinleştirilmesi ve sağlamlaştırılması yer alıyor. Bu amaç, yasada şu şekilde ifade ediliyor: ‘’Kudüs, tam ve birleşik olarak İsrail’in başkentidir.”
İsrail Meclisi milletvekillerinden oluşan yasanın yapıcıları, dilin ulusların ve halkların belkemiğini oluşturduğunu çok iyi biliyorlar. Bu nedenle İbranicenin devletin ana dili olmasına özellikle özen göstermiş görünüyorlar. Zira bu şekilde, yaklaşık iki bin yıldır Filistin halkının dili olan Arapçanın konumu zayıflayacak.
İsrail Meclisi milletvekilleri, Yahudi ulus devleti yasasını gelecek için bir kaçış yolu ve kendilerine hakim olan korkuya bir tepki olarak hazırlamış ve kabul etmişlerdir. Bu şekilde İsrail sonsuza dek ‘bıçak üstünde’ yaşamayı tercih etmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde hem içeride hem de daha geniş bölgesel coğrafi bağlamda, komşuları olan Araplar ve Müslümanlarla bir arada yaşayabilme, gerçek bir barışı amaçlayan her türlü anlaşma ve ittifak yolunu da kapatmıştır.
İsrail ulus devleti yasasının temelini atan yasa koyucular, artık ne F35 uçaklarından ne de son model Merkava tanklarından korkmayan, hatta onlara meydan okuyan ‘Filistin rahmine’ karşı duydukları ölümcül korkunun, bu yasanın çıkarılmasının temel nedeni olduğunu söylemekten kaçınıyor. Zira Filistinlilerin doğum oranlarından ve demografik gelişmelerinden duyulan korku, bugün sayısal çoğunluk olan Yahudilerin rahatını kaçıran bir endişeye dönüşmüş durumda. Çünkü bu Yahudi çoğunluk tüm Yahudileştirme çabalarına rağmen Filistin’i, toprağın gerçek sahibi olan çocuklarından temizlemekte başarısız oldu.
Yeni yasa İsrail köktenciliğinin sonunu getirecek ilk adımdır ve ölümü kaçınılmazdır. Bu yasa ilk olarak içerideki Yahudileri yakacaktır. Yahudilerin büyük bir kesimi bugün sivil devlet düşüncesine karşı çıkıyor. Bunun yerine Tevrat’ın tek yasa ve hüküm koyucu olarak kabul edilmesi ve şeriat uygulamalarına geri dönülmesi gerektiği çağrısında bulunuyor. Buna örnek olarak, radikal Yahudi ‘Lahfah’ cemaatinin İsrail içerisinde yaymaya çalıştığı görüşler verilebilir.
Yasa kabul edilmek üzereyken son anda, köküne kadar aşırılık ve köktenciliği temsil eden bazı maddeler yasadan çıkarıldı. Yasanın bir maddesi sadece Yahudilerin yaşayabileceği ve Araplara yasak olan topluluklar kurmayı öneriyordu. Bir başka madde ise ilgili konuda yasal bir emsal bulunmadığında yargıyı Yahudi şeriati kanunlarına göre karar almakla yükümlü kılmaktaydı. Ancak İsrail Başbakanı ve Başsavcısının itirazları bu maddelerin yasadan çıkarılmasını sağladı. Fakat İsrail’i çağdaş bir ‘Apartheid’ devletine dönüştürecek aynı ırkçı tarzda hazırlanmış ve buna benzer fikirleri içeren yasaların ileride tekrar oylamaya sunulmayacağını hiç kimse garanti edemez.
Yasanın kabul edilmesinin ardından uluslararası basının, özellikle de Amerikan basınının ortaya attığı en önemli sorulardan biri de şuydu: ‘’Yahudi ulus devlet yasasını kabul ederek İsrail kendi kendini imha edecek ilk adımı mı atmıştır?”
Altı Gün Savaşı’nın ardından İsrail Başbakanı Levi Eşkol, elde ettikleri bu askeri zafer ile övünen generallere karşı korku ve panik ile şöyle diyordu: ‘’Sonsuza kadar bıçak sırtında mı yaşamak istiyorsunuz?’’ Bundan korku duyan tek kişi Eşkol değildi. Bu büyük korku, İbrani Devleti’nin kurucusu Ben Gurion’u bile emekliliğinden sonra çekildiği köşesinden çıkıp tekrar kamusal hayata dönmeye itmiş ve askeri zaferlerin bir ‘kendi kendini imha aracı’ olacağından açıkça bahsetmesine neden olmuştur.
Yahudilerin ‘İsrail’in aslanı’ diye adlandırdıkları Gurion, işgali sadece Yahudi halkını değil, demokratik değerleri ve çoğulculuğu da korumak için kurulduğunu iddia ettiği bu yeni devleti karalayan bir adım olarak nitelemiştir.
Bu yasa gerçekten çok ilginç, çünkü hem içeride hem de dışarıda Yahudi ruhunun ikiye bölünmesine neden oldu. Yasa birleştirici bir araç olacağına, özellikle de İsrail dışında yaşayan liberaller başta olmak üzere dünya çapında Yahudileri bölen bir mekanizmaya dönüştü.
Buna örnek olarak ABD’deki Yahudi Reformu Federasyonu Başkanı Rick Jacobs’un yayınladığı bildiriyi gösterebiliriz. Söz konusu bildiride, ‘’Yahudi ulus devlet yasası, Siyonist vizyonun meşruiyetine büyük zarar verecektir” dendi. AIPAC örgütünden ayrılan kanadı temsil eden J Street kuruluşu ise yasanın kabul edildiği günü, ‘İsrail ve onun demokrasisi ve geleceği ile ilgilenen herkes için üzücü bir gün’ olarak niteledi.
Yalan haberler yayanları bir kenara bırakıp doğruyu söyleyen insaflı şahitlere bakarsak, İsrail içerisinde bile yasaya en az dışarıdaki kadar tepki gösteriliyor. Bunlar arasında İsrail Demokrasi Enstitüsü Başkanı Prof. Mordechai Kremnitzer de bulunuyor. Kendisi, yasa etrafında sürdürülen tartışmalar çerçevesinde konuk olarak katıldığı bir radyo programında gözyaşlarına boğularak, yasayı ‘İsrail Devleti için bir utanç kaynağı’ olarak niteledi ve bugünlerde İsrail’de yaşayan azınlıklara karşı ‘utanç duyduğunu’ söyledi.
İsrail başta İngiltere içerisinde olmak üzere dünyadaki destekçilerini de yavaş yavaş kaybediyor. Buna inanmayanlar, İsrail’in Filistin işgaline karşı olan tutumu ile bilinen piyanist, yazar ve aktivist Yahudi Daniel Barenboim’in yazdığı makaleye göz atabilir.
İngiliz The Guardian gazatesinde yayınlanan yazı, İsrail’e karşı yapılmış sitemkar bir tanıklık gibidir. Bu yazıda Barenboim şöyle diyor:
“Bu yeni yasa beni derinden üzdü ve 14 yıl önce İsrail Meclisi önünde sunmuş olduğum soruları tekrar sormama neden oldu. Bağımsızlık bildirgesinin vaatleri ile İsrail’in şu anki uygulamaları arasındaki derin uçurumu görmezden gelme imkanımız var mı?!’’
Suudi Arabistan’ın tutumuna dönecek olursak, aslında İsrail’in karşı karşıya olduğu sorunlardan kurtulmak için ihtiyaç duyduğu çözüm tam da gözlerinin önünde duruyor. Bu çözüm, o dönem veliaht olan Kral Abdullah bin Abdülaziz’in 2002 yılında Beyrut’ta düzenlenen Arap Zirvesi’nde sunmuş olduğu Arap Barış Girişimi’dir. Bu girişim, İsrail’in tek kurtuluş çaresi olmasına rağmen kendisi bunun yerine nefret ve ırkçılık denizinde boğulmayı tercih ediyor.
Filistin’e destek çağrıları sadece Arap, Müslüman ya da Hıristiyanları değil, bu zamanı geçmiş ırkçılık ve etnik ayrımcılığa karşı olan dünyadaki tüm vicdan sahiplerini bir araya getirmektedir. Bu yasa, İsrail’in ulusal zaferini değil tarihi yenilgisini simgelemektedir.