Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Toprağa dönüyoruz | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Eğer gelişmiş ülkeler bile iklim değişikliği ve bunun getireceği felaketletlerin tehdidi altında ise kuşkusuz bizim gibi daha az gelişmiş ülkelerin karşı karşıya olduğu tehdit iki kat daha fazladır. Genel olarak toprağın başına gelecek felaketler ve özel olarak ahmak ve kaotik iç çevre politikaların toprağa verdiği zarar, zorlukları arttıracaktır. Kendisine bahşedilen eşsiz doğaya ve kaynaklara karşı, nankörce, hoyratça ve tam anlamıyla yıkıcı bir şekilde davranmanın mükemmel bir örneği olarak Lübnan bilhassa incelenmeyi haketmektedir.

BM’nin yılsonunda Polonya’da açıklanacak olan iklim ile ilgili raporu, yaklaşan tehlikenin çevrecilerin ve samimi yardım çağrıları sahiplerinin çevre için yaptıklarından çok daha hızlı bir şekilde ilerlediğini ortaya koyuyor. Rapor, tüm dünyayı uyarmak ve ona zamanın neredeyse tükenmekte olduğunu hatırlatmak için çalan bir tehlike çanına benziyor. Öneriler çok ama uygulamalar çok az. Aslında raporun bizden tek isteği; gelecek yüzyılda etkileri yıkıcı olacak iki derecelik artış yerine insanın acımasız ve vahşi tahribatı nedeniyle artması beklenen küresel ısınmayı en azından yarım derece azaltabilmektir.

Ama Almanya gibi bir ülke bile elektrik üretiminde temel olarak hala kömür kullanıyor ve Avrupa’da en çok sera gazı üreten ülkeler arasında yer alıyor.

Sera gazı salınımlarının, kirli enerji kullanımının ve ağaçları kesmenin zararlarını ve tehlikelerini erkenden farkeden çok az sayıdaki ülkeyi ve toprağın anneleri, üzerindekilerinden korunması için bakıma ihtiyaç duyan rızıkları olduğuna inanan bir avuç insanı bir kenara bırakırsak, Sanayi Devrimi’nin başlangıcından itibaren herkes ya cehalet ya da bencillikle gezegenimizin yıkımına katkıda bulunuyor.

BM raporu; 6 bin bilimsel kaynağa dayanarak, 40 ülkeden 90 bilim adamı katılımı ve yüzlerce uzmanın işbirliği ile hazırlanmış. Ama rapor işin teorik yanından ibaret. Kimi zaman hafifseme ve ihmal kimi zaman da kolay olduğu düşünülmesi, insanlığın çıkarları yerine geçici ve küçük çıkarların tercih edilmesi nedeniyle bu konuda atılacak her somut adım dikkat isteyen ince bir ameliyata benziyor.

Seksenli yıllarda, gösteri yapan çevrecileri sanki yaramaz, geçici ve eğlendirici bir folklor türü olarak görürdük. Geçen yüzyılın sonlarında ise çok daha ikna edici olmaları gerekiyordu. Günümüzde bu grupların siyasi partilere dönüşmelerinin ve geleneksel partilerin kusurlu ve yetersiz çevre politikalarının hatalarının keşfedilmesinin ardından geleceğin onların olduğunu söyleyebiliriz.

Elbette Nobel ödülünün iklim ile ilgilenen, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin mutlaka çevrenin düşmanı olması gerekmediğini bilakis yeşil çözümler üretmek için kullanılabileceğini ortaya çıkaran çalışmalara imza atan iki ekonomiste verilmesi tesadüf değildir. Amerikalı William D. Nordhaus ve Paul Romer, sorunlara çözüm getirmede zekanın gücünün çok erken farkına vardılar. ‘Vicdanların globalleşmesi’ ile insanın doğaya karşı tutumu ve insanlığın gelişimini birbiriyle bağlantılı olduğuna inandılar. Nordhaus, iklimi korumak isteyen gelişmiş ülkeler için bir kulüp inşa etme fikrine destek verenlerden birisidir. Tüm dünyada görülen bu büyük umarsamazlık ve pervasızlık nedeniyle, kurallara uymayanları ve gezegeni miras bırkacağımız gelecek nesillerin geleceğini umursamayanları cezalandırma yetkisi olan güçlü bir uluslararası komisyona duyulan ihtiyaç artmıştır.

İklim değişikliğinin etkilerinin çok daha yıkıcı bir şekilde hissedecek ülkelere dönecek olursak, Filipinlerde geçen ay Mangkut tayfunu nedeniyle bir milyondan fazla insan zarar gördü. Endonezya’da ise geniş bir alanda evleri ve sokakları silip süpüren ve onları bir bataklığa dönüştüren tsunami felaketinde binden fazla kişi hayatını kaybetti. Lübnanlılarda çevre yıkımının etkilerinin yaşadıkları tüm savaşlardan çok daha büyük olacağını artık açıkça hissetmeye başladılar. Bir bomba, bir evi ya da ağacı yakar ama çöplerin acımasızca saldığı zehirli metan gazı binlerce insan arasında kanser hastalığının yayılmasına ve kolera ile veba hastalıkları gibi ölümlere neden olur. Bazı insanların, bugün yoksulluk nedeniyle değil havanın bir parçası haline gelen zehirler nedeniyle göç ettiğini söylediğimizde, inanın bunu abartmıyoruz. Belirli bir çevre vizyonu olmadığı için çevre hakkında işlenen cinayetlerden, bazen daha az masraflı ve zararlı çözümler yerine nasıl da karlı anlaşmaların tercih edildiğini anlatmak için bir yazı yetersiz kalacaktır. Yakma tesisleri projeleri ve skandallarından sahildeki kumun bile satılmasına, ekim arazilerini sulayan ırmaklara sanayi atıklarını atan işletmelerin suçlarının yetkililer tarafından örtbas edilmesinden, gelişmiş kanalizasyon arıtma tesislerinin varlığına rağmen kanalizasyon atıklarının deniz sularını kirletmesine izin verilmesine kadar Lübnan’da ve Arap bölgelerinde yaşanan skandallar sayılmayacak kadar çok.

Lübnan ile Kanada arasında basit bir karşılaştırma yapacak olursak; çamlar ülkesi Lübnan’ın gelecek yıllarda, neredeyse toplu bir şekilde sahil bölgelerine bir göçe, kırsal kesimin tamamen terkedilmesine ve tarım topraklarının ihmaline şahit olması bekleniyor. Elbette büyük şehirlerin, muazzam bir üretim bölgesine dönüşeceğini gösteren hiçbir işaret olmadığı için de yoksulluk daha da artacak. Kanada ise tarım alanında yatırım yapmak için şehirlerden uzak yüzlerce hektar arazi satın alma konusunda büyük yatırımcıları arasında gözle görülür bir ilgi ve artışa şahit oluyor. Çünkü dünyanın nüfusu artıyor ve buna paralel olarak aç ve doyurulması gereken insan sayısı da artıyor. Yine Kanada’da öğrenciler, gelecek yıllarda en çok rağbet görecek alanlardan birisi olarak tarım alanında uzmanlaşmaları için teşvik ediliyor. Dicle, Fırat, Nil ve çam ülkelerinde ise tarıma yatırım yapmak toplumun önde gelenlerinin ya da çocuklarının ilgi alanlarından çok uzakta.

Her halükarda, günlerini sanal siber dünyalarda geçirmeyi seçip toprağa dönmeyi düşünmeyenlerin eline bir boşluk ve hiçlikten başka ne geçebilir ki?

Her ne kadar Arap dünyasında çevrecilerin çığlıkları duyulmasa da güçlü bir şekilde kendilerini geleceğe hazırlayan ülkelerde yankı buluyor. Bunun en büyük örneği; zorlu ve büyük emeklerden sonra Kanada ve Avustralya’yı geçerek dünyanın dördüncü en büyük gıda kaynağı olmayı başaran Çin’dir. Oysa tarımda önde gelen bir ülke olan Avustralya su kıtlığı sorunu ile karşı karşıya. Ama yine de tarımın ülkedeki öncelikli konumunu kaybetmemesi için halkı ile birlikte akla gelmeyecek önlemlere başvuruyor. Yine Hindistan ve Endonezya, toprağın verimini arttırmak için hayali bir çaba harcıyor. Biz ise hala Cibran’ın, “Kendi emeğinden yemeyen halklara yazıklar olsun!” sözünü tekrarlamakala yetinip ardından derin bir kış uykusuna yatıyoruz.