Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Trump’ın politikasındaki ‘iyi anlaşma’ | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

ABD Başkanı Donald Trump’ın politikalarıyla ilgili tartışmaların devam ettiği bir ortamda insanlar, kendilerini yönetim stratejisini belirlemeye ve yönetim ilkelerini çizmeye ulaştıracak bir araç arıyor. Öyle ki Trump’ın paylaştığı tweetler ve ekibinde peş peşe yaptığı değişiklikler bu tartışmaları körüklüyor.

Her başkanın dış politikasını yönlendiren genel bir ilkenin olması, uzun süredir Amerikan politikasının gelenekleri arasında yer alıyor. Örneğin; Truman doktrini, Sovyet nüfuzuna karşı koymayı ifade eden bir kuşatmaydı. Kennedy doktrini, tehditlere karşı koymak ve özgürlüğü savunmak için mevcut tüm güç olanaklarını kullanmak anlamında “Esnek Karşılık” ilkesiyle ifade ediliyordu. Carter ise “ABD, Sovyet Rusya’nın Afganistan’a yönelik müdahalesinin ardından Körfez’deki çıkarlarını savunmak için askeri güç kullanmaya hazır.” şeklinde bir dış politika ilkesi belirledi. Ardından Reagan geldi ve “Şer Güçlerle Mücadele” ilkesini benimsedi. Sovyet Birliği’yle mücadele edenleri destekledi. Zira soğuk savaş, bu dönemde zirveye ulaşmıştı.

George H. W. Bush, Sovyet Birliği’nin dağılmasına şahit olan bir başkandı. Baba Bush’un dış politika ilkesi, “diplomasi ve güç” ikilisinden oluşuyordu. Soğuk Savaş’ın ardından gelen Bill Clinton ise, dış politika için iki ilke belirledi: İlki demokratik genişleme. Sözde demokrasinin sınırları ne kadar genişlerse bu, ABD’nin çıkarına olacaktı. İkincisi ise Somali ya da Bosna savaşında yaptığı gibi insani müdahale ilkesidir.

Obama’nın dış politika felsefesi ise, mükerrer bir şekilde söylediği “Aptalca şeyler yapma” cümlesiyle özetlenebilir. Obama, oğul George Bush tarzında savaşlara girmek istemiyordu. Ki oğul Bush, ABD’nin Eylül 2001’de karşı karşıya kaldığı saldırılardan etkilenerek “Önleyici Müdahale” politikası çerçevesinde ABD güçlerini Afganistan’a sonra da Irak’a gönderdi. İlginç olan şey ise oğul Bush’un politikasını reddeden Obama, Irak güçlerini Kuveyt’ten çıkartan, Irak’ı işgal etmeye yeltenmeyen ve Sovyet Birliği’ni savaşmadan parçalayan baba Bush’un gerçekliğine hayran olduğunu söylüyordu. Fakat realizm, Obama’nın politikasında özellikle de Suriye krizine karşı tutumunda olumsuz bir duruma dönüştü.

Trump döneminde ne değişti?

Trump’ın yönetime geldiği günden bu yana ABD ile NATO, Avrupa Birliği, Kanada, Meksika, Güney Kore ve Japonya gibi önemli müttefikleri arasında çeşitli krizler meydana geldi. Trump, tüm bu krizlerde “maliyet ve gelir” ilkesine göre hareket ederek ABD’nin başkalarını savunmak için büyük paralar harcadığını ve bu vurgunculuğu durdurmanın zamanı geldiğini düşünüyordu.

Amerikalı Gazeteci Bob Woodward, “Korku: Trump Beyaz Saray’da” adlı kitabında dış politikadaki düşünme şekline ışık tutan ABD Başkanı’nın kendi yetkilileriyle yaptığı toplantıların detaylarını aktardı. Woodward, kaynaklarına dayanarak önceki ABD yönetimlerinin NATO, Afganistan ve Irak’tan Güney Kore ve Japonya’ya kadar bağlı kaldığı ulusal güvenlik harcamalarını ödemek için başkalarından para almak kadar Trump’ın hoşuna giden bir düşünce olmadığını belirtiyor. Kitabın aktardığına göre Ulusal Güvenlik Konseyi’nin toplantılarının birisinde Başkan Trump, konuşma esnasında ABD güçlerinin Güney Kore’de bulunma maliyetinin 2 milyar dolar olduğuna işaret ederek Amerikan dış politikasının masraflarına değindi. Ayrıca Trump, Ortadoğu’daki askeri varlığa ve dış yardımlara dayanarak “Altyapı için bir trilyon dolar dahi temin edemezken Ortadoğu’da 7 trilyon dolar harcadık.” dedi. Ardından Trump, NATO’ya değinerek “Gafiller gibi bizimle oynuyor. Toplu savunma, Amerika’nın kanını emmek için bir tiyatrodur.” açıklamasında bulundu.

Bundan dolayı Trump, “Amerika’yı sömürmeyi durdurmak” şeklinde ortaya çıkan düşünceyi dış politikasında temel bir hedef olarak belirledi. Bu düşünceye ise ikinci bir ilke ekledi: “İyi Anlaşma”. Çünkü Trump, uzun vadede ulusal güvenlik değerlendirmelerine dikkat etmeden dış politikanın önündeki fırsatları kullanmak isteyen işadamlarının gözüyle bakıyor.

Woodward’un kitabında aktardığı örnekler arasında belki de Afganistan, “iyi anlaşma” eğilimini açıklayan güzel bir örnekti. Şöyle ki Trump, askeri müdahale nedeniyle harcadığı büyük paraları tazmin etmek için ABD’nin Afganistan’da maden arama imtiyazını elde etmesine iyi bir anlaşma olarak bakıyor. Trump, kendi ifadesine göre Çin bakır çalarken ABD’nin Afganistan’daki savaşa milyarlarca dolar ödemesinden dolayı kızgındı. Bundan dolayı Trump, maden aramak ve buradaki kaynakları çıkarmak ve işletmek için Amerikan şirketlerinin Afganistan’a girişini hızlandırma noktasında Ulusal Güvenlik Konseyi üyelerine baskı yaptı. Zira Trump, ABD güçlerinin Afganistan’da kalması karşılığında Afgan hükümetinin Amerika’ya bu teklifi yaptığını söyledi. Fakat bu durum, Trump’ın ABD güçlerini burada uzun süre bırakmak istediği anlamına gelmiyor. Çünkü Woodward’un aktardığına göre Trump, yardımcılarına “Afganistan, tam bir felaket… Asla başarılı bir demokrasi olmayacak. Buradan tamamen çıkmalıyız.” diyordu.

Bu ilkeler, Trump’ı birkaç ay öncesine kadar görevlerini bırakan çeşitli yetkililerle karşı karşıya getirdi. Fakat yönetim politikasında “işadamı” zihniyeti baskın olarak kalmaya devam etti. Başkanın her kararda daima “iyi anlaşma” aradığı bir ortamda bu zihniyetin değişebileceğine dair hiçbir işaret yok.