Türkiye seçimlerinin son aşama kampanyalarının başlaması ile birlikte ufukta, bu seçimlere Recep Tayyip Erdoğan’ın referandumu olarak bakma zorunluluğu beliriyor. Erdoğan, yaklaşık yirmi yıldır ülkenin siyasi hayatına hükmediyor.
Erdoğan genellikle hiçbir seçimi kaybetmemekle övünüyor. Anketler, bu seçimi de kaybetmeyeceğini gösteriyor. 2002 yılından bu yana o ve partisi, 5 meclis seçimi, üç yerel seçim, 3 referandum ve bir başkanlık seçimi kazandı.
Peki ya önümüzdeki hafta beklediği zafer, taktiksel bir üstünlüğe ve stratejik bir kayba dönüşürse ne olur? Erdoğan, ilk seçim zaferini Türkiye’nin siyasi hayatının bir krizden geçtiği ve yönelimleri ile tarzında köklü değişimlere ihtiyacı olduğu bir zamanda elde etmişti. Erdoğan bu değişimi gerçekleştirdi. İlk on yıl, Türk devlet gemisinin kaptanıydı ve on yıl o gemiyi barış ve refah noktası olarak görünen bir istikamete barışla sürmeyi başardı. Bununla birlikte Türkiye deneyimini takip eden gözlemciler, vaat edilen altın kıyılarının bir türlü görülememesi bir yana Erdoğan yönetiminin 5 yeni krize sebep olduğu konusunda hemfikir.
İlki, siyasal içgüdü olarak nitelenebilir. Başkanlıkta sahip olduğu iktidara yoğunlaştı. Atatürk’ün ölümünün ardından yaklaşık yirmi yıl Türkiye, işleri rayına oturtmakla zaman geçirmişti. Erdoğan, 80’lerdeki son askeri darbeden bu yana kurulmaya çalışılan siyasi çoğulculuk ve kurumsal dengede aksamaya neden oldu. Yirmi yıldan beri Erdoğan çoğulculuk, iktidarda ortaklık ve fikir alışverişinde yeni bir mesajın taşıyıcısı idi. Bugün ise bizzat mesajın kendisi. Erdoğan lehine oy attığınızda artık bir projeye veya felsefeye hatta yeni bir yönetici sınıfa bile oy vermemiş oluyorsunuz. Sadece Erdoğan’ın kendisini oylamış oluyorsunuz.
Buradaki çelişki şurada: Bugün Türkiye seçmeni Erdoğan ve ne yapmayı istediği hakkında yirmi yıl içerisinde olduğundan daha az şey biliyor. Görünen o ki bugün, Türkiye’nin geleceğine dair şüpheler, yolsuzluğun ve yetersiz partilerin hüküm sürdüğü Turgut Özal sonrası dönemde olduğundan daha etkin.
Erdoğan’ın sebep olduğu ikinci kriz, kimlik meselesine ilişkindir. Bu mesele, Ankara’da birbirinin ardı sıra gelen hükümetlerin 40 yıldır ülke nüfusunun en az yüzde 15’ini oluşturan Kürtler ile bir arada yaşam konusundaki dikkat çekici başarısızlığı ile gün yüzüne çıktı. Öte yandan Atatürk, meseleye onların varlığını kökten reddetmek suretiyle bir çözüm üretmeye çalışmıştı. ‘Farklılıkların birliği’ fikrine dayalı Osmanlı rejiminden vazgeçerek yeni ortaya çıkardığı ‘Türk kimliği’ ideolojisine yaslanmış ve bununla zengin çeşitliliğe sahip bir toplum içindeki etnik, dini ve kültürel farklılıkları görmezden gelmişti. Atatürk’ün politikaları sonucunda çıkan kriz, 40 binden fazla kelle götüren bir iç savaşın alevlenmesi ile sonuçlanmıştı.
Erdoğan işin başlangıcında Türk siyasetindeki bilgeliğin, bir değer unsuru olan çeşitliliğe önem vermek suretiyle kültürel adaletsizlik duygularını yönetebilmekte olduğunu gördü. Onun hükümeti, bir dizi özümseme ve uyum politikası ile patlamaya hazır Kürt bombasını etkisiz hale getirmeyi başardı. Bununla beraber ilerleyen zamanlarda Erdoğan, milleti çeşitli etnik kimliklere bölerek sorunun üstesinden gelmeye çalıştı ki bu düşüncede Kürtler, birçok kimlik arasında müstakil bir kimlik olarak yer alıyordu. Bu, umut verici ilk politikaların başarısız olmasına sebep oldu.
Şüphesiz ki Kürdistan İşçi Partisi (PKK), ağır dogmatik ve Stalinci tarza tutunarak bu başarısızlıkta pay sahibi olmuştur. Bugün Kürt meselesi, herhangi bir zamanda olduğundan daha zorlu bir hale gelmiştir.
Üçüncü kriz, Türkiye’nin AB’ye tam üye olma arzuları ile ilgili. Bu, 60’lardan bu yana tüm siyasi partilerin benimsediği bir hedef.
AB içinde ırkçılık ve İslam’a yönelik endişeler de dahil olmak üzere birçok sebepten ötürü Türkiye’nin birlik üyesi olmasına karşı itiraz sesleri yükselirken ‘Hedef Avrupa’, içi boş bir slogandan başka bir şey değildi belki de.
Bununla birlikte ‘Hedef Avrupa’ sloganı, dar çıkarların ötesinde ekonomik özgürleşme ve demokratik reformların iyice oturması için güçlü bir dayanak oluşturdu.
Öte yandan bugün Türkiye, Avrupa’ya katılma hedefinden hiç olmadığı kadar uzaklaşmış görünüyor. Önümüzdeki başkanlık ve parlamento seçimlerine katılan hemen hemen tüm partiler, en azından yakın gelecekte Avrupa’ya giden yolun kapalı olduğunu düşünüyor.
Erdoğan Türkiye’nin NATO ülkeleri özellikle de ABD ile olan ilişkileri düzeyinde dördüncü bir kriz çıkardı. Bu, Türk güçlerinin Suriye’yi işgal ettiği gibi gerçeküstü bir durum ortaya çıkarmış ve belirli noktalarda etkinliğini güçlendirmek için Suriye Kürtleri ile işbirliği yapan Amerikan güçleri ile doğrudan bir çatışmaya girileceği konusunda bir endişeye sebep olmuştu.
Suriye’ye girdiği zaman Erdoğan, kendisini orada önemli bir aktör olan Ruslar ile iyi ilişkiler geliştirmek zorunda hissetti. Bu da bir yanda Washington ile Birlik, diğer yanda Putin liderliğindeki Rusya arasında asılı kalan meselelerin var olduğu bir zamanda Türkiye ile ABD – AB arasındaki uçurumun genişlemesine sebep oldu. Erdoğan, Türkiye’nin NATO’dan ayrılması durumunda Rusya için bir değer ifade etmeyeceğini dolayısıyla sahip olmayı düşlediği nüfuzdan mahrum kalacağını çok geç de olsa anladı.
Son olarak ekonomik bir yönü olan beşinci krize gelelim. Erdoğan sadece seçimleri kazanmakla alabileceği siyasi inisiyatifler konusunda bir belirsizlik bulutu yaratarak bu krize sebep oldu. 4 senedir Türkiye, özel sektörü destekleyip kamu sektörünü sınırlayan, özellikle de şeffaflık ve hukukun üstünlüğüne ilişkin konularda uluslararası kurallara ve uygulamalara saygı duyan liberal ekonomi programı istikametinde ilerliyor gibi duruyordu.
Ancak Türkiye ekonomisi bugün gizli ve uygunsuz uygulamalara ve müdahaleye açık gibi görünüyor. Despotik yönetimlere sahip kalkınmakta olan ülkeler bu tarz uygulamalarla dolu.
Tüm bunlardan sonra doğrudan yabancı yatırımların 2010 yılından beri en düşük seviyeye gerilediğini görmek şaşırtıcı olmasa gerek. Türk lirası, dünya dövizine kıyasla üçte bir oranında değer kaybederken durgunluğa yönelik endişelerin gölgesinde Türk ekonomisinin yıllık kalkınma oranı, Dünya Bankası tahminine göre 2008’den bu yana en düşük seviyede olarak değerlendiriliyor.
İşin garip yanı mevcut seçim kampanyalarında bu krizlerin hiçbirine hak ettiği önem verilmedi. Nitekim başkanlık adayları Erdoğan’ın hazırladığı şahsiyet odaklı tuzağa düştü.
Bu açıdan Erdoğan’ın zaten kazandığı söylenebilir.
Şüphe ve endişelerle dolu bir dönemde seçmenler, bilmedikleri birini seçmenin riskine karşılık elde olana tutunmayı yeğleyebilir. Ancak Erdoğan’ın kazanması onun için gerçek bir kayıp olabilir. Özellikle de birçoklarının tahmin ettiği üzere seçmenlerin katılımı ve aldığı oyların düşük olması halinde.