Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Yeni Arap politikaları ve Lübnan’ın farklı yörüngesi | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Mukteda es-Sadr’ın Suudi Arabistan Krallığı’nı ziyareti dikkat çekici idi. Şu bilinen bir gerçek ki es-Sadr ne 2003 Irak savaşında ne de sonrasında hiçbir zaman Amerikan bayrağına selam durmadı. Ancak 2005 yılından bu yana Irak’a hükmeden İran yönetimine bağlı diğer Şii odakların üstünlüğü elde etmesinden endişe ederek mezhepsel açık artırmalara katıldı. Irak’ın Arap ilişkilerini tazeleme arzusu sadece Mukteda es-Sadr’a özgü değil. Irak’ın şimdiki Başbakanı da krallığı ziyaret etmişti. Bununla birlikte Suudi Dışişleri Bakanı Bağdat’a gitmiş ve iki ülke arasında elçi atamaları ilan edilmişti. Aynı şekilde sınırların ve geçitlerin açıldığı da duyurulmuştu. Dikkat çeken bir diğer şey de Iraklı siyaset odaklarının es-Sadr’ın bu adımını hoş karşılamasıydı. Onlardan biri de geçen yıllarda Suudi Arabistan ve Arap kardeşleri ile olan ilişkilere yönelik olumlu tavrı ile tanınan “Bedr Kuvvetleri”. 80’lerdeki çıkışından bu yana İran’a bağlı yüksek meclis bünyesinde yer almayan Ammar el-Hakim’in Milli Hikmet Hareketi’ni kurarak attığı adım da dikkate değerdi. Irak Eski Başbakanı İyad Allavi de mezhepçi-milisçi eylemlerle İranlıların idaresinde bir halk anlayışında ısrarcı olmanın Irak’ın istikrarı ve güvenliği açısından yarar sağlamayacağını ve böyle giderse işin milli ordunun dağılması ile sonuçlanacağını söylemişti.

Bir kısım gözlemciler bu emareleri ve tutumları 2018 seçimlerine hazırlık olarak yorumlarken bir kısmı da İran’ın her şeye karışan ve diğer bölgelere fitne ve zulüm saçan müdahaleci tavrından duyulan toplumsal ve siyasi memnuniyetsizliğe yoruyor. Bu gerekçelerden biri veya diğeri, önemli olan Iraklı komutanların Maliki’nin gidişinden ve DEAŞ’a karşı kazanılan zaferden sonra geçtiğimiz 40 yıl boyunca yaşanan Irak dramının tekrarlanmaması için Irak devletinin ve toplumunun iyiliği ve komşuları ile olan ilişkileri üzerine yeni yollar düşünmeye başlamış olmaları.

Krallık ve Irak arasındaki yeni politikaları ve komşu iki kardeş arasındaki doğal ilişkileri, birlik ve istikrarı diriltme çabalarını Lübnan ve çevresinde olanlarla kıyaslarsak öyle acayip bir durumla karşılaşırız ki. Lübnan komşusu olan Suriye’nin ve 1.5 milyondan fazla mülteciyi hedef alarak kendisini bombalayan Esed ve Hizbullah’ın sebep olduğu yıkımlardan önemli ölçüde kendini kurtardı. Lübnanlılar 20 yıl boyunca Suriye’nin egemenliğine, siyasi cinayetlerine, Hizbullah’ın Beyrut’u işgaline ve İran’ın emriyle halkına karşı savaşan Suriye rejimi ile birlikte savaşmak için gidişine tahammül ettiler. Bunların hepsi istikrar ve düzeni korumak ve devletin güç ve selametini geri kazanabilmek içindi. Lübnan’ın vatanperverleri Suriye ordusunu Lübnan’dan çıkarabilmek için efsanevi bir siyasi savaş vererek uluslararası kararlar (1559, 1680, 1701) ve Taif anlaşması, anayasa ve ortak yaşam yoluyla onun bağımsızlığı, istikrarı ve kalkınması için bir araya gelen Arap birliği sayesinde sınırlarını ve güvenliğini koruma altına aldılar. Milli Savunma stratejisini kabul ettirebilmek için yasadışı silahlanma (Hizbullah ve müttefik milisler) ile sıkıntılı müzakere masasına oturdular. Bu stratejinin gereğine göre Lübnan topraklarında ve sınırlarında yalnızca ordu ve diğer resmi güvenlik kuvvetleri silah taşıyacak ve devletin egemenliği ülkenin her yanına yayılacaktı.

Yerel, bölgesel ve uluslararası bu siyasi savaş, bu sabır, bu uzlaşma ve yüzlerce şehit, ancak keramet sahibi bir insanın gösterebileceği bu tahammül, hak sahibi vatandaşlar bugünlerde esas siyasi odaklar tarafından en büyük hayal kırıklıklarından birini yaşıyor. Zira Hizib’in silahlanması adına sloganlar atıyor ve kendilerini terörden koruması için ona bel bağlıyorlar. Aynı zamanda Hizib ile işbirliği ve dayanışmasından ötürü milli orduya da şükranlarını iletiyorlar. Lübnan ve Suriye’de operasyonlar yürüten milislerle ittifak yapması istenen bu ordu milli ordu değil. Aynı şeyi Bahreyn’de, Kuveyt’te ve Yemen’de ve kimbilir daha nerelerde yaptılar. Ordu ve siyasetçiler veliyy-i fakih’e bağlı olduğunu söyleyen yasadışı silahlı yapılarla istişare eder hale geldiyse o devlet ve anayasadan geriye ne kalır? Hizbullah bundan dört sene önce Suriyelilerin gâh tekfirci olduğunu gâh Ehl-i Beyt mezarlarını yıktığını gâh direnç sistemini savunduğunu ileri sürerek Suriye’ye girdi. Hizib, Suriye ve Lübnan’da milisçi tasarruflarda bulunurken General Avn’ın sonra da damadı Cibran Basil’in önderliğinde Özgür Yurtsever Hareket de her gün basında Sünnilerin radikalliği ve DEAŞ’lılığı üzerinde duruyor ve onlar ile Hıristiyanların ayrı tutulması gerektiğini savunuyordu. Hizbullah’ın da desteğiyle Hıristiyanların genelinde hakim olan düşünce, Hıristiyan azınlıklar ile İran’ın koruduğu bölgelerdeki Alevi ve Şiilerin ittifak yapması idi. Bu düşünce Başbakan Saad el-Hariri’nin General Avn’ın (aslında Hizbullah’ın adayı) cumhurbaşkanlığı adaylığını onaylamasıyla son aylarda etkisini kaybetmişti. Ancak teröre karşı saldırı ile son aylarda yeniden dillendirilmeye başladı. öne sürülen ilk gerekçe Suriyeli mültecilerin teröre kucak açması ikincisi ise Sünni olan mültecilerin Lübnan’daki mezhepsel demografik yapıyı tehdit etmesi oldu! Oklar mültecilere döndü. Nasrallah, Arsal kırsallarından DEAŞ ve Nusra’nın çıkarılması için çağrılarını çoğalttı. Her halükârda o silahlıların Lübnan topraklarında merkezileşme hakları yokken bölgede teröristlerinki ile kıyaslanamayacak kadar donanımlı 3 tugaya (yaklaşık 10 bin asker) sahip ordu neden onlara dört sene sabretti? Neden Hizbullah ve teröristlerin gözü önünde Suriye’ye girip çıkan askerleri onlara dört sene boyunca tahammül etti? Teröristler meselesi üzerine çıkan kargaşadan sonra Nasrallah onları 48 saat içinde etkisiz hale getirdiğini ve onları aileleri ve binlerce mülteci ile birlikte Suriye’nin kuzeyine sürmek için görüşmelerin sürdüğünü söyledi. DEAŞ’a gelince ordu, yakın dağlarda bugün yarın onları öldürme işini tek başına halledeceğini ifade etti. Bir kez daha soruyorum: Bu uzun bekleyiş ve hadsiz teröristlere karşı bu tahammül neden? Şurası çok açık ki bu işi erteleyen de aceleye getiren de Nasrallah. Bu gerçek, ne Lübnan basınını ne de hem orduya hem Hizib’e müteşekkir olan Lübnan Hıristiyanlarını rahatsız ediyor. Üstelik Hizib’i devlet karşıtı milis olarak gören ve ordunun milislerle iş birliği yapmasını istemeyen bizi kötülüyorlar.

Suriye’de zafer kazandığına inanan Hizbullah, İsrail’e karşı kazandığı ‘zaferi’ Lübnan’da teröre karşı da kazanmak istedi. Lübnan’ı İsrail ve terörden kurtaran ona hükmedebilir de. Hıristiyan siyasetçiler, 1919’dan beri devlet için mücadele ettiklerini unuttular. Onlar bugün milislere sığınıyor ve devleti, anayasayı ve bir arada yaşamı görmezden geliyorlar. Nasrallah, tüm bunlara ek olarak Lübnan’ın doğu sınırlarına egemen olarak kalmak ve ordunun da yanı başında onun yapmayı istemediği şeyleri yapmasını istiyor.

Lübnanlı Hıristiyanların birçoğu devlet ve anayasaya olan katkılarından vazgeçiyor ve azınlıklarla anlaşma faaliyetlerine girişiyorlar. Şiilerin birçoğu ise Hizib’i zaferleri ve üstünlükleri için bir sembol olarak görüyor.

Devletlerini kaybetmekten korkan Iraklılar yüce milli menfaatlerini galip kılmak için çabalıyorlar. Lübnanlılar ise bir devlet ve anayasaya sahipken milisler onları vatandaşlar ve komşularından gelecek sözde tehlikelere karşı korusunlar diye bu ikisinden vazgeçiyor!