Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Yumuşak kum… Fırtınalı rüzgarlar | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

2017 yılı, Arap dünyasındaki mevcut değişim hareketlerine ilişkin önemli gelişmelere tanık oldu. Bazılarında -Irak, Suriye ve Libya gibi- terör olaylarında ve çatışmalarda düşüş yaşandığına dair emareler olmakla beraber bazılarında ise – Yemen’de ve Sina’da olduğu gibi- terör faaliyetleri bütün şiddetiyle devam ediyor.

Siyasi bir çözüme ulaşmak için de uluslararası alanda yürütülen faaliyetlerde bir artış var. Bileşenleri halen tamamlanmamış olsa da bunların 2018 yılı boyunca somut adımlara dönüşmesi bekleniyor. Bu durum “Verimli Hilal” bölgesi, Arap Yarımadası’nın güneyini, bu ikisinin arasındaki bölgeleri veya Kuzey Afrika gibi buralarla bağlantılı ülkeleri çalkantılı konumları bakımından daha da önemli hale getiriyor. Buna dayanarak Arap dünyası, komşusu Afrika Boynuzu ve Arap Mağrib ülkeleri ile yakından bağlantılı olan Sahel ve Sahra bölgelerinin istikrarlı bir durumda olmadığı gibi tamamı pek çok kaygı unsuru ile doymuş bir konumdadır. Orta Doğu’nun komşusu ve doğrudan tamamlayıcısı ülkeleri olan İran, Türkiye ve İsrail’e gelince, bunlar bitmek bilmeyen bir hevesle fırsat kollamaktadırlar. Hepsinde güç araçları ve yönetim zekâsı var. Ayrıca taktik ve manevra kabiliyetlerine ve bölgenin geri kalanının tamamında veya bir kısmında olmayan stratejik vizyonlara erişebilme yeteneğine sahipler.

Bu, halimizi açıklayan son derece kısa bir giriş. Körfez halkının dediği gibi; “çeyrek” bile değil. Bir yıl içinde birileri kabuğundan sıyrılıp çıkacak, diğerleri ise tükenip gidecek. Fakat bu görüş kapsamlı ve orijinal bir reformla (eğitim, ekonomi, adalet, yönetim, anayasa, yasalar, demokrasi vs..) Arap toplumlarının yeniden yapılandırılması gerektiğini ikrar etmeden tamamlanmış olmuyor. Bunların hiç birisi gerçekleşmedi. Bilakis henüz ciddi bir başlangıç dahi yapılmadı. Bu da değişim hareketini zedeliyor veya büyümesini yavaşlatıyor. Stratejik Arap konumunu da zayıflatıyor. Bölgedeki dengelerin yeniden şekillendiği bir dönemden geçiyoruz. Kimi bunun bir parçası olacak kimi de bundan istifade edecek. Kiminin ise yeni bir durum ortaya çıkana kadar dağılma, istikrar kaybı veya hareket kabiliyetini yitirme vakti gelmiş olacak.

Bu varsayımlar, Arap ülkelerinin vatandaşları olarak bizleri “hükümetlerimizi daha dikkatli ve tedbirli olmaya davet etmeye” çağırıyor. Bölge yeni bir duruma doğru gidiyor. Araştırılması gereken soru “Bir sonraki bölgesel sistem nasıl olacak?” Zira bu kaçınılmaz bir durum…

Burada çok açık ve samimi olmalıyız.

Ey Arap hükümetleri veya Arap dünyasında hüküm sahibi olanlar! Önceki hataları düzeltmeyi bilen, Arap dayanışmasının gelişmiş görüşüne dayanan, yeni bir Arap düzeni inşa edebilen bir Arap olarak devam etmek istiyor musunuz? 21. yüzyılda olduğumuz ve toplumlarımızın çoğunun geleceğe bakan gençleri olduğunu göz önüne alırsak, onlar için bir şeyler hazırlamalı değil miyiz? Bu yüzyıl 20. yüzyılda yaşananları tekrar inşa edebileceğini tasavvur edenleri ve zihinsel faaliyetleri donmuş kişileri kabul etmeyecek, bilakis yenilgiye uğratacak. Önceki yüzyıllarda insanları uçuruma sürükleyen durumların bugünlerimizin ve yarınlarımızın siyasi, felsefi ve fikri düzenlemelerini teşkil edip bizleri daha da geliştireceğini mi düşünüyorsunuz?

Veya herkesin kendi arzu ettiği, kendince fayda umduğu, geçici ve yüzeysel de olsa kendini güvende hissettiği bir yola girip kolektif Arap hayatına son vermeye mi karar verdiniz?

O zaman müsaadenizle bırakın da şunları söyleyeyim:

Birincisi: Süper güçlerin himayesine sığınanlar “çıplak” kalacak. Gerçekte bu, bir devletin ya da çıkarının korunmasıyla ilgili bir konu değil, bilakis daha güçlü tarafın çıkarlarının korunmasıyla alakalıdır. Bu gerçekleştiği anda zayıf taraf her zaman düşecektir. (İran Şahı’na ve Arap Baharı döneminde düşenlere neler olduğunu gördük. Hâlbuki hepsi de “korunan” insanlardı)

İkincisi: Örneğin, İsrail’in bir plan dâhilinde İran’a karşı kullanılabileceğine inanan herkes, İsrail’in onları kullandığını fark edecek. İran ve İsrail’in Arapların konumu veya menfaatlerini düşünmeksizin birbirleriyle anlaşmaları yakındır. Bu olayların açıkça ortaya çıkma ihtimali vardır. Koşullar da bilinmektedir. Bunların siyasi hilelerini, çarklarını ve deneyimleri bilen herkes bunu idrak edebilir.

Üçüncüsü: ABD’nin tüm bölgesel oyun kartlarına veya yüzde 99’una sahip olduğuna inananlar yanılıyorlar. Artık işler geçtiğimiz yüzyılda olduğu gibi değil. Kartlar dağıtılmış durumda. Hatta bir kısmına da el konuldu. Arap dünyası olarak, bunlardan bazılarını elde etmeye çalışmalıyız. Bunun siyaset bilimindeki yöntemleri biliniyor. Bazı şartları olsa da bunun yapılması mümkündür.

Dördüncüsü: Filistin davasından taviz vermek ya da “Filistinlileri Rabbi korusun, bizlerin daha önemli sorunları var” sözleri “ciddi bir stratejik hata”dır. Bu davaya sıkı bir şekilde sarılmamız ve duruşumuzu devam ettirmemiz halinde Araplar için önemli siyasi “kartlar” oluşturmamız mümkündür. Bu durumun, Arap topluluklarının ve Filistinlilerin yararına, adil bölgesel düzenlerin oluşmasında etkileri olacaktır. Gelecekteki bölgesel düzenin temelini düzeltecek ve kontrol altına alacak barışçıl bir çözüm ortaya çıkacaktır. Trump’ın Kudüs kararı sonrası yaşananları bir düşünelim.

Beşincisi: İran açısından bakıldığında ise gerek ülkeler, gerekse halklar açısından Arapların bölgede sayısal çoğunluğu oluşturduğu, İran’ın da bu bölgeyle tarihi bir bağının olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Yine hiç şüphe yok ki Arap-İran ilişkilerinde eski ve yeni ihtilaflar vardır. Arapların İran’ın devrimini dışarıya yayma arzusuna karşı çıktıkları da inkâr edilmez bir gerçektir. Arap halklarının çoğunluğu, gücünü anayasa ve yasalardan alan sivil devletleri desteklemektedir. Gücünü bu ikisi dışında herhangi bir kaynaktan alanlara ise karşı çıkmaktadır.

Bazı üst düzey İranlı yetkililerin İran’ın Arap dünyasında dört Arap başkentini kontrol ettiğini gurur ve büyük bir zafer edasıyla söylediklerinde Arap dünyasında bu yayılmacı söylemin nasıl olumsuz bir şekilde yankılandığı biliyoruz. Birden fazla Arap ülkesinde İran hegemonyasından kaynaklı tehditlerin devam ediyor olması da bölgesel seviyede endişe verici bir durum oluşturuyor. Aynı zamanda İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif tarafından başlatılan diyalog çağrısı öncelikle konuyu sağa sola çekmeden doğru bir bağlamda değerlendirilmelidir. Sonrasında ise bu, İran politikasında bir değişiklik ya da gelişme mi yoksa siyasi bir manevra mı ona bakılmalıdır. İran’la olan ilişkiler bir Arap perspektiften çizilmelidir. Bu şekilde geçmişte, günümüzde ve gelecekte bu ilişkinin çeşitli boyutlarıyla sağlıklı bir iletişim kurulabilir. Bu ilişkiler ayrıca güven temelli inşa edilmeli ve İran’ın bölgesel hedefleri dikkate alınmalıdır. Burada Arap duruşundaki birlik -eğer ona ulaşabilirsek- bizler açısından en büyük siyasi silahı oluşturuyor. Bu durum şu veya bu süper güçle veya bölgesel bir devletle ittifak kurmaktan çok daha iyidir. Hiçbiri Araplara dostça ve dürüstçe davranmıyor. Onların çıkarları veya endişeleri de umurlarında değil.

Altıncısı: Türkiye’ye gelince; Arap dünyasını ve kontrolünü içeren modern bir Osmanlı hilafet türünün tekrarlanmasının özlemini görüyoruz. Fakat bu özlem 21. yüzyılın mantığıyla uyuşmuyor.

Türk nüfuzunun artması, Türkiye’nin çıkarlarını genişletmesi, Arap çıkarlarıyla pek tabii ki uyumlu değil. Ancak imkân elde ettiğinde güçlü olan askeri, ekonomik ve siyasi varlığını kullanarak, bölge ve eyalet hükümetlerini yeniden şekillendirmede güçlü bir rol oynamak isteyecektir. Türkiye bu açıdan ittifaklar kurmakta ve belli yerlere özellikle yoğunlaşmaktadır. Bunu dört örnekte gördük: Katar veya Körfez’de askeri üs kurması, Kızıldeniz’deki Sudan Sevakin’e yerleşmesi ve kontrol etmesi. Burada askeri bir üs kurması da uzak bir ihtimal değil. Üçüncüsü de Suriye’deki ve Irak’taki Kürt bölgelerine karşı güçlü bir stratejik siyasi konum elde etmek istemesi. Son olarak da başta Müslüman Kardeşler (İhvan) olmak üzere bölgesel ve küresel radikal örgütlerle ittifaklar kurmasını zikredebiliriz. Bütün bu hamleleri İran’la koordinasyon içerisinde bölgesel politikalar izleyerek, Ruslarla olumlu bir ilişki içine girerek, ABD ve çeşitli Batı ittifaklarıyla olan konumunu değerlendirerek gerçekleştiriyor.

Bu nedenle her ne kadar Erdoğan’ın son siyaseti birçok soruyu beraberinde getirse de Türkiye, ekonomisinin gücü ve yönetiminin başarısı ile son derece ayrıcalıklı bir stratejik konuma gelmiştir.

Aslında Türkiye’nin emelleri konusunda, özellikle de Müslüman Kardeşler ile ittifakı açısından temkinli davranmalıyız. Her ikisinin de yapmak istediği Osmanlı fesi veya dini takke giymiş insanların hükmettiği bir rejim oluşturmak. Bizler Araplar, başta da Mısır ve Körfez ülkeleri olarak, derinlemesine ve hassas bir şekilde çalışmalıyız. Aynı zamanda Körfez ve “Verimli Hilal” Bölgesi’nde bir güç oluşturan Türk kuşağının hareketlerini de hesaba katmalıyız.

Yedincisi: Arapların İsrail’le olan ilişkisi ya da onunla olan sorunu, iki özel konuyla ilgilidir. Bunlardan ilki Filistin devletinin kurulması ve Doğu Kudüs’ün de bu devletin başkenti olması. Ya da BM kararlarında ortaya konan Arap topraklarının işgalinin sona ermesi. İkincisi, İsrail’in Nil’den Fırat’a uzanan yayılma hayalidir. Gerçek şu ki 2002 yılında Beyrut zirvesinde yayınlanan Arap girişimi, düşmanlığı sona erdiren ve bölgede istikrara katkıda bulunan gerçek bir barışın anahtarıdır.

Bu bağlamda Araplar olarak bir Filistin devletinin kurulmasının engelleyen İsrail konusunda net bir tutum sergilememiz gerektiğini düşünüyorum. Uygulanabilir bir barış gündemi önermeliyiz. Bu, belli bir zaman aralığı çerçevesinde sadece iki olasılığı temel alan inandırıcı, uluslararası referansları olan bir öneri olmalıdır. Kastım şu, ya bağımsız bir Filistin devleti ya da tüm İsrail ve Filistinlileri bir araya getiren bir devlet… İsrail bunlardan birini seçmek zorunda kalmalıdır.

İsrailliler ve Amerikalılar, Filistin devleti seçeneğini Arapların arkasından koşup durduğu bir serap haline getirirken İsrail, Filistin topraklarını imar etmekte ve Yahudileştirmekte, düzenli ve hızlı bir şekilde yok etmektedir.

Tek devlet seçeneği, herhangi bir müzakere sürecinin gündemine, Filistin devleti seçeneği ile birlikte yerleştirilmelidir. Filistin devleti seçeneğini dört yüzyıldan fazla bir süre boyunca boşuna görüştük. Daha sonra müzakerelerin gerçekleşmesi belirli bir zaman dilimi içinde olmalı ve müzakereleri durdurduktan sonra Filistin devleti hakkında konuşmayı bırakmalıyız. Pek tabii ki Yahudi devleti hakkında konuşmayı da bırakmalı ve İsrailliler ya da Filistinliler için tüm vatandaşların kendi bölgesinde yaşayacağı tek devlet hakkında ciddi bir şekilde konuşmaya başlanmalıdır.

Evet, adil bir barış için tüm seçenekleri reddeden İsrail’in tepkisine bakılmaksızın tek devlet seçeneğini resmen ve uluslararası olarak önerme zamanı geldi.

Sekiz: Etiyopya, Sudan, Somali ve Cibuti olmak üzere üç Arap devleti içeren Afrika Boynuzu’nun önemli bir ülkesidir. Ayrıca Mısır’ın Nil sularındaki payını doldurma ve Nahda barajı inşasıyla alakalı bir sorunun tarafı olsa da Mısır’la güçlü çıkar bağları olan bir ülkedir.

Hiç şüphe yok ki Etiyopya’nın Afrika ve Asyalı Arap ve İslam ülkeleri içerisinde geniş bir ailenin bir parçası olması, ortak menfaatlerin daha da ciddi bir şekilde dile getirilmesini gerektirmektedir. Onları daha fazla gözetmemiz, organize etmemiz ve sorunlarını çözmemiz gerekiyor. Özellikle Mısır ile ilgili olan sorun kalkınma ve yatırım bağlamında çözülmelidir. Mesele, bölgenin genişleme yönündeki isteklerini ele alan yeni bir bölgesel sistem çerçevesinde tartışılmalıdır.

Yukarıdakiler yalnızca genel bir özet olmadığı gibi sadece yeni bir yılın hazırlığı da değil, belki de tamamı… Sadece yumuşak kumlar, fırtınalı rüzgârlar ve güçlü sularıyla hareket eden gelişmiş bir bölgenin değil bilakis cinni ve insi şeytanların cirit atmasıyla korkunç bir hale gelmiş bölgenin hızlıca bir tahlilidir. Arap bilincini geri getirmeden umudumuz hiçbir zaman yeşermeyecektir. Arap liderler, günümüzdeki ve gelecekteki Arap nesillerine karşı modern bir perspektiften gelecek vizyonu oluşturma sorumluluğunu taşıyorlar. Tecrübeli Arap bilgeleri, yeni bir birleşik Arap ve bölgesel güvenlik sistemi oluşturmaya ve onu formüle etmeye yönelik önerileriyle bu vizyonun oluşturulmasına yardımcı olabilirler. Bu açıdan “Arap Komşuları Ligi”nin kurulmasıyla ilgili olarak 2010 yılında Arap Birliği’ne sunulan öneriyi tekrar gözden geçirmek veya Orta Doğu’da Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın kurulmasına ilişkin diğer fikri incelemek akılcı olabilir.

İki tekliften her biri kendi şartlarına ve gereksinimlerine sahiptir. Aslında bu önerilerden hangisi gerçekleştirilmek istenirse istensin daha önce belirtildiği gibi Arap dokusunu yansıtan elverişli bir atmosfer yaratılması gerekir. Daha da önemlisi İran’ın bölgesel politikalarını ve uygulamalarını yeniden gözden geçirmesi, Türkiye’nin Osmanlı emellerinden vazgeçmesi ve İsrail’in Filistinlilerin hukukunu hiçe sayan inatçı tavrını bırakması gerekiyor. Biz Araplar bu seviyedeki bir sorumluluğa ulaşabilir miyiz?