Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Balfour Bildirisi’nin 100. Yılı | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Önümüzdeki 2 Kasım günü Balfour Bildirisi’nin üzerinden 100 yıl geçmiş olacak. İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, İngiltere Yahudi topluluğunun liderlerinden biri olan Lord Lionel Arthur Rothchild’e, ‘Büyük Britanya ve İngiltere Siyonist Birliği’ne ulaştırılmak üzere bir mektup gönderdi. Mektup, Filistin topraklarında ‘ulusal’ vatan kurulması için Yahudiler’e verilen sözü içeriyordu. Aslına bakılırsa bu, Büyük Britanya’nın 1. Dünya Savaşı sırasında o günlerde Yakın Doğu (Ortadoğu tabiri sonradan ortaya çıktı) olarak bilinen bölgeye dair verdiği tek söz değildi. Şerif Hüseyin-McMahon’un 1916’daki yazışmaları ile ortaya çıkan, Bereketli Hilal bölgesinde Birleşik Arap Krallığı sözünün de dahil olduğu birçok vaat söz konusu. Fransa’ya verilen ve Sykes-Picot anlaşması olarak bilinen sözleşme gereği bölgede nüfuz altına alınan noktaların paylaştırılması sözü de, bunlardan bir tanesi. Büyük Britanya sağa sola vaatler veriyordu. Söz konusu yerlerin hepsi de o zamanlarda Avrupa’nın hasta adamı olarak tarif edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası idi. Yahudiler, Araplar, Yunanlar, Fransızlar ve daha başkaları da savaşın sonuçlarının gerektirdiği şekilde verilen vaatlerin muhatabıydı.

İngiltere’nin vermiş olduğu vaatlerin tümü birbiriyle çelişkiliydi, hatta biri diğerini geçersiz kılıyordu. İşin aslı Faysal, diğer tarafların gücüne çok güvendi. Yahudiler ise en başarılı olan kesimdi, zira bu vaadin nasıl göçe; bu ‘ulusal vatan’ın nasıl ‘ulusal bir devlet’e dönüştürüleceğini biliyorlardı. Her şeyden önce 1947 senesinde BM Genel Kurulu’ndan çıkan 181 nolu kararına uygun olarak güdük bir devleti, Filistin’e ek olarak üç Arap ülkesinin topraklarını da işgal etmek suretiyle imparatorluğa dönüştürmeyi biliyorlardı. Söz konusu ilhaklar da 22 Kasım 1967’de Altı Gün Savaşı’nın bitmesiyle Güvenlik Konseyi’nden çıkan 242 nolu karara uygundu. Araplar, Türkler, Yunanlar ve diğerlerinin imparatorluk dağıldıktan sonra elde ettikleri ile beklentileri birbirini karşılamadı. Bununla birlikte Atatürk, imparatorluğu halef olan Türkiye Devleti’nin başarılı varisi oldu. Balfour’un sözünün üstünden 100 yıl; taksim kararının üzerinden 70 ve 242 kararının üzerinden 50 yıl geçti. Ama her koşulda bölge halkının payına düşen bugüne dek süren çatışma dalgaları ve barış endüstrisinin üstesinden gelmek oldu.

Konumuz Balfour Bildirisi ve onun türevleri olan 181 ve 242 kararlarını anmaktır. Bu üçü araştırma merkezleri ve üniversitelerin tam olarak ne olduğunu anlamaya çalıştıkları bir maceradır: tüm tarafların kurban olması zorunlu muydu yoksa başka seçenekler de var mıydı? Daima almamız gereken ilk ders, bu topraklar üzerinde gerçeklik inşa etmek, yasal veya ahlaki mücadelelerden daha baskındı. Bu Yahudi siyasi elit ile Filistinli siyasi elit arasındaki temel farkı da ortaya koyar. Fark sadece Yahudiler’in önceden kendilerine ait olmayan toprakları vatan edinmesi değil. Filistinliler o topraklar üzerindeydi ve siyasi, toplumsal ve ekonomik kurumlar inşa edebilirdi. O dönemde Yahudilerin elinde şimdi sahip oldukları evrensel imkanlar yoktu. Yahudiler Mesih’i öldürmekle meşhurdu. Naziler ve Faşistler Yahudi Sami’lere düşmandı. Yahudiler birçok ülkede ve bölgede sığınmacı olarak da bireysel olarak da hoş karşılanmıyordu. Bunun tersine Filistinliler, ülkelerinde ve toprakları üzerinde yaşayan Arap uzantılara sahipti. Bunlar Filistin devletinin çekirdeğini oluşturmak için çok az şey yaptılar. Evet, teşebbüs ve çaba vardı, fakat belki İngiltere işgali ile belki öldürücü geri kalmışlıkla belki de başka etkenlerle aradaki fark büyüktü. Sonuçta bölünme kararı çıktığı saat, Yahudiler devleti yönetmeye ve onun uğruna savaşmaya çoktan hazırdı. Filistinliler ise bunun aksine sömürgecilikle ve iç meselelerle boğuşan diğer Arap devletlerine güvendiler. Neticede Filistin’in Gazze’deki hükümeti, Ürdün ile birlik halinde bile Filistin’in geri kalanını koruyamadı.

İkinci ders, her ne kadar etkili olsa da askeri gücün bir sınırı vardır ve Arap-İsrail çatışmasında herhangi bir tarafın hedeflerini gerçekleştirmesinde tek başına yeterli değildi. Araplar 1948 ve 1967’de başarısız oldu ama İsrailliler de 1956 ve 1973’de yenik düştü. İsrail, en çok da 1. ve 2. Filistin ayaklanmasını bastırmada başarısız oldu ve bu ayaklanmalar siyasi ve diplomatik çabaların sonucunda anca durdurulabildi. İsrail her ne kadar askeri zaferler elde etse de, gördü ki Filistinlileri boyun eğdirmeye ve Filistin dışına sürmeye güç yetiremiyor. Hâlihazırda Ürdün Nehri ile Akdeniz arasındaki nüfus yaklaşık 12 milyon. Bunlardan yarısı İsrailli Yahudi yarısı da Filistinli Arap. Bazen tüm Filistin’de bazen de Mescid-i Aksa, Kıyamet Kilisesi ve Ağlama Duvarı’nın bulunduğu kutsal tepenin dar alanlarında yüz yüze geliyorlar. Nüfusun bu şekildeki varlığı ve tarihten ve dini duygulardan gelen kutsal mekanlar aynı şekilde bu toprakların en büyük gerçeklerinden.

Üçüncü ders, dünya tümüyle değişirken bu çatışma devamlılığını koruyacak kararlılığa ve güce sahipti. 1. Dünya Savaşı’nda başladı; Yahudiler, Araplar ve Filistinliler üzerindeki sonuçları ile 2. Dünya Savaşı’nı yaşadı; ardından Soğuk Savaş ve iniş çıkışlarını gördü. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile savaşın sonuçlandığına, onu takip eden dönüşümlere ve New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması ile sonuçlanan krizlere şahit oldu. Çatışan tarafların değişen gerçekliğe ayak uydurması ve her yeniden yararlanmaya çalışması gerekirdi. Böyle olmak yerine dördüncü ders meydana geldi: çatışma sahasındaki büyük dönüşümler sadece Araplar-Yahudiler ve Arap devletleri-İsrail arasında gerçekleşen doğrudan diyaloglar ile mümkün oldu. Bu görüşmeler, İsrail’in Sina’yı işgali, Camp-David görüşmeleri ve Mısır-İsrail barış sözleşmeleri ile alakalı idi. Ardından Ürdün-İsrail görüşmeleri oldu ki bu, Filistin topraklarında Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulması kararının ilk verildiği Oslo Müzakereleri ile sonuçlandı. Artık bu topraklar üzerinde İsrail şiddetinin tehdit edemeyeceği bir Filistinli gerçeği vardı. Filistinliler’in unuttuğu şey, Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki bölünmeye dayanmayan bir devlet kurmayı, ya da vatandaşlık temeline dayanmayarak bölünen devletin bir aile ya da bölgesel bir idareye teslim edilmesini hedeflemiş olmalarıydı.

Balfour Bildirisi üzerinden 100 yıl, bölünme kararı üzerinden 70 ve Altı Gün Savaşı üzerinden 50 yıl geçti. Hepsi de harabelere ağlamak yerine, bir kez daha okunmayı hak eden büyük yıkımlar. Belki de en önemlisi geleceğe bakabilmektir. Arapların barış müzakereleri umulur ki, bölgedeki vaziyeti düzeltmek için bir fikir sunar. Zira iş İngiltere’nin vaatlerinde olduğu gibi, başka devletlere kaldığında bölge düze çıkamıyor. Şimdi bağımsız olduğumuza göre bizi bu görevi yerine getirmekten ne engelleyebilir?