Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Çarpıcı küresel gelişmeler! | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Ne I. Dünya Savaşı ne de II. Dünya Savaşı aniden patlak vermedi.

Soğuk Savaş, ön işaretler vermeden bitmediği gibi ABD tesadüfen ya da Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle dünyada tek süper güç haline gelmedi.

Dünyada Amerikan dönemine son veren 11 Eylül 2001 hadisesini kâbus olarak nitelemek yeterli değildir, başka dinamikleri vardı.

Tarihte meydana gelen bu sıra dışı ve simgesel hadiselerin mutlaka ön işaretleri ve alametleri olmuştur. Tüm gözlemciler ve politikacılar ya yaşanılan bu hadisede çıkarları olduğu için ya da olacakların önüne geçemedikleri için bunları görmezden gelmeyi tercih ettiler. Şimdi soru şu ki, unsurları şimdiden oluşmaya başlamış dünyadaki bir sonraki sürpriz ne olacak? Eylül ayının son haftasında, Ortadoğu’daki bir sonraki sürprizin ne olabileceğine dair bu sütunda bir makale yayınlamıştım: Şimdi bu iş daha karmaşık bir hal alıyor, çünkü artık dünyadaki sürprizi araştırıyoruz! Marksistler genellikle bir sonraki değişimin anahtarını “üretici güçlerin evrimi”nde ararlar. Bilim adamları arasında (teknoloji ya da politikada) bu konuda bir fikir birliği yoktur. Yapay zekâ ya da yapay zekâ uygulamalarında dünyanın yeni sıçramanın arifesinde olduğuna dair bazı öngörülerin olduğu söylenebilir. Şayet durum bu şekilde ise, dünya yeniden iki kutuplu dünyaya doğru kayıyor demektir, ancak böyle olsa dahi eskiden olduğu gibi ABD ile Sovyetler Birliği arasında olmayacaktır. Bilakis ABD ile Çin arasında olacaktır, bu alandaki öncü zaten ABD, ikincisi ise önümüzdeki on yılda dünyayı bu zekâda yönetebilecek büyük kaynaklara sahiptir.

Siyasi bilimciler, bir sonraki sürprizi uluslararası ittifakların hareketinde arıyorlar, çünkü küresel “kutuplaşma” sürecini gözlemlemek, uluslararası rejimin tabiatını belirlemede tek başına yeterli değildir. Bu bağlamda, yaşanılan hadisenin bizzat kendisi çok önemli olduğu için değil, bilakis yeni dönüşüm arayışlarını yansıttığı için gözlemlenmesi gereken üç çarpıcı hadise var. Konuyu dağıtmadan hemen ilk hadiseyi zikretmek gerekirse, II. Dünya Savaşı sırasında iki ülke arasındaki kanlı tarihe rağmen, Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin Çin’i ziyaret etmesi ve Çin lideri Şi Cinping ile görüşmesidir.

Bu ziyaret, Çin ve Japonya arasında yaşanan adalar gerginliğine rağmen gerçekleşti. Bu arada ABD ve Çin arasındaki ticaret savaşı hala sıcaklığını koruyor ve iki ülke arasındaki bu gerginlik sürekli tırmanıyor. Tokyo-Pekin Forumu’nun on dördüncü toplantısı, “Asya’nın Barış, İşbirliği ve Kalkınmasında Japonya ve Çin’in Rolü: Çin-Japon Barış ve Dostluk Anlaşmasının Çağdaş Önemi” temasıyla 14 Ekim’de gerçekleştirildi. Liderler toplantısı ve forum toplantısının yanı sıra, Çin-Japon birlikteliğinin verdiği görüntü ve Amerika’nın yokluğunda Asya meseleleriyle ilgilenmeye odaklanmaları- hatta belki de ABD’ye rağmen gerçekleşti- oldukça çarpıcı bir hadisedir. Kısa bir süre sonra bu konuya geri döneceğiz.

Doğu Asya’da bunlar yaşanırken, çarpıcı olan ikinci hadise ise, Almanya ile Rusya arasındaki yakınlaşmadır. Bu iki ülke, Türkiye ve Fransa ile beraber Suriye krizini çözmek için bir araya geldiler. Burada dikkat çekici olan, toplantıya krizin ana konusu olan Suriye hükümeti katılmadığı gibi, Suriye, Irak ve Lübnan’da silah, para ve istihbarat bakımından oldukça güçlü olan İran da katılmadı. Fakat küresel anlamda meselenin diğer çarpıcı tarafı, ABD’nin bu toplantıda esamisinin okunmamasıdır. Zira bu krizin idaresine diplomasi ve silahlarıyla iştirak etmiş ve hala da sahada varlığını devam ettirmektedir. Ancak bu kez, hem İdlib bağlamında hem de krizin idaresi noktasında ipler artık bu dört ülkenin elinde. Diğer bir ifade ile Suriye’nin geleceğini tayin etmede ABD, belirleyici olmaktan çıkmıştır. Bu, Ortadoğu meselesi olmasına rağmen, Alman-Rus yakınlaşması dikkat çekicidir ve bu yakınlaşma Ukrayna ve Gürcistan konusundaki anlaşmazlığa ve İngiltere’deki suikasttan Moskova’nın sorumlu tutulmasına, hatta NATO ve AB tarafından bu ülkeye yaptırımlar uygulanmasına rağmen meydana gelmiştir. Rus-Alman yakınlaşması, Suriye ve Suriyeli mültecilerin durumlarının gerektirdiği geçici bir yakınlaşma mı, yoksa ABD Başkanı Donald Trump’tan uzaklaşmanın getirdiği yeni bir süreç midir? Bilindiği gibi zaten Trump, hem NATO hem de AB’ye yönelik olumsuz bir tavrın içerisine girmişti.

Söz konusu bu sürpriz ve çarpıcı gelişmeler, Doğu Asya’da ve Avrupa’dadır. Üçüncü çarpıcı hadise ise, Trump ile medya arasındaki ve genel olarak Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki savaştır. Bu savaşa elbette ki yakıt gerekiyordu, onlar da peş peşe geldiler. Amerikalı yargıç Kavanaugh’un Anayasa Mahkemesi’ne atanmasını, Suudi gazetecinin öldürülmesini, içerisinde patlayıcı madde olan paketlerin Demokratlardan 12 yetkiliye gönderilmesini, bir teröristin sinagoga girerek 11 kişiyi öldürmesi ve dördü polis memuru olmak üzere altı kişiyi yaralamasını –ki bu türden bir hadise ABD tarihinde ilk kez yaşanıyor- bu bağlamda zikredilebilir. Bütün bunlar, binlerce Latin göçmenin konvoy halinde ABD sınırına doğru ilerlediği ve Başkan Trump’ın bunların ülkeye girişini engellemek için silahlı kuvvetlerini görevlendirdiği bir dönemde gerçekleşiyor. Aynı zaman diliminde, eski başkan Ronald Reagan’ın Sovyetler Birliği ile imzaladığı uzun menzilli füze anlaşması iptal ediliyor. ABD içinde yaşanan bu hadiseler, Amerikan yönetiminin genel dış politikasından soyutlanamaz, zira Amerika’nın geleneksel dış politikasının yerini “Önce Amerika” sloganı almış ve ittifaklar eski önemini kaybetmiştir. Ekonomik kârlı anlaşmalar yapma girişimleri haricinde, dünyanın önderliğinden çekilmiş ve kendini dünyadan tecrit etmiş bir ABD ile karşı karşıyayız. Bu eğilim artık sadece Amerika ile sınırlı değil, bilakis küresel bir eğilim haline geldi. “ulusalcı” sağ eğilimi temsil eden bu fenomen, dış dünyaya karşı bazen sert, bazen de saldırgan olan ve dünyadaki birçok ülke arasında kök salmış olan diğer eğilimlerden farklıdır.

Son zamanlarda Brezilya, yeni başkanını seçti, ilk işi Amerikan bayrağına selam çakmak oldu, zira Başkan Trump’ın izinden gitmek istiyor, Atlantik İttifakına girmek ve BM İnsan Hakları Konseyi’nden ayrılmak, Brezilya Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımak istiyor.

Sözün özü, belki de dünya yavaş yavaş üç kutuplu bir dünya haline geliyor. Elinde bulundurduğu para, silah ve teknolojiden dolayı ABD, süper güç olmaya devam edecek gibi görünüyor. Dahası, “ulusal” sağcı eğilimlerin öne çıktığı ülke topluluklarına önderlik yapmaya başlayabilir. Çin, uluslararası ilişkilerde yükselen bir yıldız ve bu alanda son derece başarılı adımlar atıyor, süper güç olmanın sağladığı hakları kullanma konusunda ise acelesi yok. Ancak bu durum, Japonya gibi yıldızları kendi kutbuna çekmesine de mani değildir. Muhtemelen Güneydoğu Asya Uluslar Birliğine (ASEAN) bağlı ülkeleri de kendine çekmeyi başaracaktır. Rusya ise en azından nükleer silahlar alanında ikinci süper güç olmaya devam ediyor, ekonomik zayıflığını ancak silahlardaki teknolojik ilerlemeyle telafi edebiliyor. Gürcistan, Ukrayna ve Suriye’de olduğu gibi cesaretli siyasi ve askeri adımlar atabiliyor. Almanya ve Fransa gibi diğer gezegenleri kendine çekebilen Avrupalı bir yıldız olmak istiyor. Umarım yakın bir gelecekte gerçekleşmez!