Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Erdoğan Türkiye’si nereye gidiyor? | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Erdoğan döneminde Türkiye’nin, siyasi hayatındaki vesayet güçlerine karşı değiştiğine şüphe yok. Bu değişimin devletin istikrarını da sarstığına da şüphe yok…

Her ne kadar hükümetin bu siyasi ayrışmalarla başa çıkmak için alt etmeye çalıştığı ekonomik koşullar, tartışma konusu olup ulusal paranın değer kaybetmesi, Avrupa’ya karşı saldırgan ve yüzleşmeci söylemlerin ardından yabancı yatırımların azalması ve Türkiye’nin en yakın müttefiki ABD ile ilişkilerin gerilemesi gibi birçok sorun baş gösterse de değişimde şüphe yok…

Bugün Türk siyaseti, 2016 Temmuz ayındaki darbe girişiminden beri Olağanüstü Hal ile yönetiliyor. Bununla birlikte baskı uygulamaları ve çok sayıda muhalif Türk’ün ve hatta Erdoğan’ın yöntemine karşı çıkan siyasi aktörlerin takibe uğraması, ülkenin büyük bir siyasi kriz içerisinde olduğunun göstergesi.

Erdoğan’ın geliştirdiği halkçı söylemin, küresel etkileri ört bas etmesi mümkün değil. Muhalif Kürt grupların kargaşasına zemin hazırlaması, Türkiye’yi olayların başlangıç noktası ve gerginlik bölgelerinin geçiş koridoruna dönüştürerek DEAŞ terör örgütünü tekrar canlandırması da buna dâhil. PKK ve DEAŞ bugün Türkiye içinde yeniden mevzilenmek için ülkedeki siyasi durumdan faydalanıyor. Bu gelişme, gölgesini Irak ve Suriye’deki gerginlik bölgeleri başta olmak üzere komşu ülkelere de düşürüyor.

Atatürk’ün mirasına yönelik darbe, Erdoğan’ın ılımlılar veya liberal bir seçenek olarak demokrasiye inananlar arasında değil ama İslamcı çevrelerde popülerlik kazanmasını sağladı. Şu an, Erdoğan’ın tüm siyasi uygulamalarını şeriat yönetimine doğru aşamalı bir geçiş diye hoş gören siyasal İslamcı akımlar arasındaki şahinlerin kanatlarıyla uçuyor Erdoğan.

Öyle ya İsrail ile olan ilişki, Filistin davasına olan desteği pekiştirmek için; onunla birlikte AB’ye karşı durmak, Körfez’deki İslamcı hareketlerin birçok sembol isminin de belirttiği gibi meşru görevin sınırlarına yakındır. Öte yandan ülkelerinde milliyetçiliğin pekiştirilmesine ve yatırımlar ile ekonomik projelerin genişlemesine doğru büyük dönüşümler karşısında keskin tutumları da var. Bu, tutum ve fikirler üzerindeki bir dönüşümden ziyade sadece halkçı sloganlarla olan ilişkisinden ötürü siyasi eyleme çift bakıldığı anlamına gelir.

Demem o ki Erdoğan’ın iç ve dış politikası, halen OHAL stratejileri, kriz üzere yaşamak ve gerek muhaliflerle gerekse uluslararası ilişkilerde krizlere yatırım yapmak üzere bir kurgu ile sınırlı. Körfez meselesine olan müdahalesinden tutun da teröre karşı savaşta gerginlik bölgelerinde Kürtlerle çatışmaya odaklanarak tarafgirlikle harekete etmesine kadar.

Dev ekonomik başarı ve demokratik görünümün yanı sıra Erdoğan’ın Türkiye ölçüsünde bir ülkeyi onun partici politikasına indirgemesi mümkün olmayan karizması…

Tüm bunlar Erdoğan’ın radikalizm yanlısı/bağnaz grupları destekleyen sorumsuz siyasi tavrını eleştirmekten bizi alıkoymamalı.
Erdoğan’ın ABD ile olan iyi ve dengeli ilişkiden uzaklaşarak İslamcılar arasındaki popülerlikten faydalanmasını eleştirmekten alıkoymadığı gibi, İsrail karşıtı hamasetin kullanılmasını, Kürt sorununun da bir araç olarak istismar edilmesini eleştirmekten bizi alı koymamalı…

Erdoğan tecrübesindeki siyasal İslam hevesine gelince; Türkiye’nin özel bağlamının gerçekçi ve güvenli bir okumasından ziyade sisteminin siyasi sahneden çekilmesinden sonraki gerçek bir varoluş krizini ifade ediyor.

Her ne kadar biz bazı analistleri kendi ülkelerinin gerçekliğinden kopuk olsalar da Erdoğan’ın Türkiye’deki deneyimlerini ele alırken ayrıntılara takılmayıp genel halkçı sloganlarını esas alıyorlar.

Bu durum, Mısır ve Körfez İslamcılarında yaşandığı gibi aralarında farklık olsa da bazı Batı Arap ülkelerinde de karşımıza çıkıyor. Bu, İslamcıların Arap Baharı sahnesinden çekildikten sonra devlet, egemenlik, vatandaşlık ve hak kavramlarını ortaya atan çağdaş dünya yaklaşımındaki büyük sistematik başarısızlığının ifadesidir.

Bu kavramlar, siyasi sistemleri etkileme ve zora sokmanın bir aracı olarak kullanıldıkları kadar araştırma ve çıkarımda tarafsız ve sistematik araçlar üzerinden ele alınmadı.

Şu durumda Türkiye’nin ekonomik olarak yükselmeye devam etmesi küresel ekonomiye uyum düzeyine bağlıdır. Bu çerçevede herhangi bir inatlaşma, ileriye doğru bir kaçış ve sorunun başka bir yere nakledilmesinden başka bir şey değildir. Türk halkının sahip oldukları tüm maddi birikimleri Türk lirasına dönüştürmeye mecbur bırakılması gibi halkçı projelerle yer değiştirmesi de mümkün olmaz.

Siyasi düzlemde zor olan, yatırımda Türk tarzının, popülerlik kazanmak için kriz havasında Avrupa ülkelerine ve düşmanlarına direnmeye, ABD ile olan ittifakını azaltmaya ve Körfez’deki ılımlı devletlere saldırmaya devam etmek zorunda olmasıdır. Suriye krizinde Rusya ile günden güne artan rekabet de cabası. Söz konusu rekabet, Rusya’yı Türkiye içerisindeki ateşe körükle giderek Türkiye’deki sol muhalifleri desteklemeye itebilir. Bu durum bizi, Türkiye meselesinde korkunç senaryolarla karşı karşıya bırakır. Elbette kimse böyle olsun istemez zira Türkiye’de bir durumun patlak vermesi genel olarak bölgenin istikrarına gölge düşürür. Özellikle de Suriye ve Irak krizinde durumun kötüleşmesi halinde. Hele de DEAŞ terör örgütü geri dönmüş ve Irak, hükümetin tavrı sebebiyle bölgesel gerilimlerin krizine girmişken.

Ekonomisi gelişmekte olan bir devlet olan Türkiye’nin, herkese düşman olup kriz ekonomileri yaratmaya ve buna göre yaşamaya çalışan İran mollalarının tavrını taklit etmesi düşünülemez. İran ve onun içi çökmüş halinden farklı olarak Türkiye’nin 400 milyarın üzerinde bir borç yükü var. Bunlardan 300 milyarı, geçtiğimiz 15 sene içerisinde birikenlerden oluşuyor. Bunun dışında İran’ın ithal ettiğinin 5 katı kadar da ithalatı mevcut.