1950 ve 1960’lar boyunca Soğuk Savaş’ı yaşayanlar, 1970’lerin ilk yarısında süper güçler arasındaki mutabakatı bilenler, 80’lerin ilk yarısındaki yeni Soğuk Savaşı ve 90’ların başlarındaki Sovyetler Birliği’nin büyük çöküşünü izleyen “Perestroyka”yı ve binyılın başlangıcında Vladimir Putin’in Kremlin’e çıkışını takip edenler, 16 Temmuz Pazartesi günü Helsinki’de düzenlenen ABD-Rusya zirvesine gösterilen büyük ilgiye asla şaşırmamışlardır.
Bir şekilde, ABD-Rusya ilişkileri, Moskova ve Washington’un fiilen savaştığı İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem boyunca, uluslararası ilişkilerini belirleyen hâkim unsur olmuştur. Başka mecralarda mesele ister soğuk savaş isterse sıcak savaş olsun, ya da iki taraf nükleer savaşa daha yakın veya uzak olsun, gezegendeki siyasetin hararetini belirleyen gerilim, uzlaşma ya da kriz olmuştur. Bu kez, Putin’in Trump’la yaptığı görüşme, zirvede tartışılan konuların önemine veya merkeziyetine ya da canlılığına göre çok da farklı değildi, ancak medyanın çıkarttığı gürültü ve siyasetin yarattığı gerilim, zirvede ele alınan her konunun tartışılmasına neden oldu. Ancak bazı konular yine de tartışılmadı. Suriye ve Ukrayna meselesi geçmişe oranla çok fazla ilgi görmedi, İran konusunda konuşma başlığı haline gelen nükleer silahların yayılması çok az ilgi gördü. İki başkan tarafından düzenlenen basın toplantısı tüm spotları üzerinde topladı ve Putin’in toplantıya bir saat geç gelmesi dikkatleri çekti. Her şey, son ABD başkanlık seçimlerinde yaşanan savaşların tekrarı gibi duruyordu, ancak bu sefer yer Finlandiya’ydı.
Zirve, ABD başkanının uzun bir yolculuğunun bir parçası olarak geldi, zira Brüksel’deki NATO zirvesinin ardından Londra’ya yapılan resmi bir ziyaret vardı ve sonrasında Helsinki zirvesi geldi, sanki bir hikâye inanılmaz bir sonla tamamlanmak istendi. Birinci durakta Trump, NATO’yu ve ABD için oluşturduğu maddi yükü tartışmanın merkezine koydu. Avrupa’nın Rusya’dan korunma yükünün Amerika’nın omuzları üzerinde olduğunu, buna mukabil, Avrupa’nın milyarlarca dolarlık Rus gazını ithal etmek suretiyle Rusya’yı fonladığını dile getirdi. Londra’da Trump, Kraliyet Protokolü kurallarıyla bir cedelleşme içerisine girdi ve İngiltere başbakanını, “Brexit” politikası nedeniyle bir çıkmaza sokmadan başkenti terk etmedi. Trump’ın İngiltere başbakanının bu konudaki “yumuşak” tavrından hoşlanmadığı biliniyor. AB’den çıkış için daha sert ve kaba bir tutum benimsemesini istiyor. Her halükarda Trump, tüm Avrupa’yı özünde, en azından ticari olarak ABD için bir hasım olduğunu ilan ederek meseleye noktayı koydu.
Helsinki’ye giden tüm yollar önceden açıktı ve Trump- Putin buluşması kaçınılmaz hale gelmişti, zira ABD başkanlık kampanyasında söylenenlerin uygulamaya konulması bu buluşmanın özünü teşkil ediyordu. Trump, kampanya sırasında, Başkan Putin’in güçlü bir lider olduğunu dile getirmiş, Rusya ABD’nin rakibi ya da düşmanı olmadıkça, iki taraf arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin kolay ve imkân dâhilinde olduğundan bahsetmişti. İlişkinin böyle bir tanımı, uluslararası gerginliği azalttığı ve gezegen üzerindeki nükleer savaş şüphelerini ortadan kaldırdığı sürece, ABD ve Avrupa’nın liberal çevreleri tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanacaktır. Ancak bu memnuniyet gerçekleşmedi çünkü Helsinki’ye yapılan yolculuk Brüksel’deki NATO İstasyonundan ve Londra’daki İngiliz İstasyonundan geçti ve batı mahallesindeki çatlaklar Putin ile doğu mahallesinde bir kucaklaşmanın önüne geçti. Şaşırtıcı bir şekilde, yolculuğunun başından sonuna kadar, Trump’ı takip eden konu ABD başkanlık seçimlerinin Rusya ile bağlantılarıydı. ABD Başsavcısı 12 Rus istihbarat memurunu ABD seçimlerini manipüle etmekle suçlamış ve bir dizi dramatik gelişme ortaya çıkmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığına “Pompeo”nun çıkışından sonra Başkan Trump tarafından atanan CIA Başkanı Dan Coast tarafından da bu durum teyit edilmişti.
ABD-Rusya zirvesinin yapıldığı bu ortama daha önce hiç rastlanmadı, zira bunun tam tersi olurdu. Avrupa ülkeleri eskiden bütün mesajlarını Washington ile birlik ve uyum içinde oldukları yönünde sunarlardı, ABD başkanı da Rus lideri karşısında güçlü olurdu. Washington, zirveden önce Müttefiklerle bir dizi kapsamlı istişare yapılması konusunda her zaman hevesliydi, böylelikle Başkan sadece ABD adına değil, Batı ittifakı adına gidecekti. Olan ise, Trump Helsinki’ye gitti ve geride ABD’nin hala özgür dünyanın lideri olup olmadığına veya Ruslarla tek başına başa çıkmak isteyip istemediğine dair soru işaretleri bıraktı. Trump, hiç şüphesiz, kendinden öncekilerinden farklı bir dış politika tarzına sahip olduğunu ispatladı. Müttefikler düşman olabilirken, Ruslar işbirliği yapılabilecek bir taraf olabiliyor. Dahası, önceki düşmanlıkların sonuçlarını tek başlarına değil, Washington ve Moskova’daki taraflar beraber taşır oldular.
Zirveye eşlik eden siyaset ve medya âlemindeki gürültü ve Amerika’daki Demokratların ve Cumhuriyetçilerin yakınlaşmaları bir yana Helsinki’nin zirvesini dikkatli takip edenler, uluslararası ilişkilerde artık pek de ilgi görmeyen üç tavrı gözlemlemişlerdir. Birincisi, zirvenin ardındaki entelektüel ve ideolojik gerçek; hem Trump hem de Putin’in, rasyonel bir dünyayı yönetmedeki gevşeklikleri ve beceriksizlikleri nedeniyle genel olarak liberalizme karşı düşmanca bir tavır sergilemeleriydi. İkincisi, dünyadaki iktidar gerçekleri açısından ABD, Rusya ve Çin’in dünyanın en büyük süper güçleri olduğu gerçeğidir. Japonya ve Avrupa’yı ekleyenler, ilkinin Washington’un korumasıyla ayakta kaldığını ve 27 farklı ülkenin birçok yönden ayrışmaya girdiğini gözden kaçırmaktadır. Üçüncüsü ise, Suriye, Ukrayna ve İran ile ilgili kararları kimin alacağıdır. İlkinde Amerika ve Rusya işbirliği içinde olmalı, ikincisinde uzlaşmaları gerekiyor, üçüncünde İran’ın nükleer arzularını frenlemek için yeni bir anlaşma gerekiyor.
Birincisinde İran, Beşşar Esed’in kalması durumunda bile Suriye oyunundan çıkmış olacak.
İkincisinde Rusya, Kırım ve Ukrayna’yı NATO’dan uzak tutması gerekecek. Üçüncüsünde ise İran rejiminin ayakta kalması onun için bir ödül olacaktır.
Helsinki Zirvesi, öncesi ve sonrasıyla uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası olacaktır.
Artık soğuk savaş, pakt ve nüfuz bölgeleri üzerinden çatışmalar kalmadı.
Fakat her şey Rusya’nın yeniden gündeme taşıdığı bir dizi anlaşma haline geldi. O da artık ABD ile beraber hareket ediyor.
Belki de Çin yakın gelecekte, dünya düzenini ve gezegenlerin hareketlerini etkileyen bir güç haline gelecek!