Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Kopukluktan ortak yaşama | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Dinlerarası diyalog ya da farklı dinlere inananlar arasında diyalog, bu günlerde insanların önemli kaygılarından birisi değil. Aslında bu düşünce, inanan büyük çoğunluğun içinde gizli bir şekilde mevcut. Tabi bazılarının bu düşünceden hoşlanmadığını ve bu düşünceyi tamamen reddettiğini biliyoruz. Çünkü bu insanlar, başkalarıyla diyalog içine girmeyi onların dininin meşruluğunu kabul etmek olarak görüyorlar. Bunu da o insanlar, istemiyor.

Fakat bu, yanlış bir değerlendirmedir. Açıkçası diyalog, inanç bakımından farklı olan ötekinin hakkını kabul etmenin gerekli olduğunu belirtiyor. Yine insanların haklarını itiraf etmek, onların düşüncelerinin ya da fiillerinin doğru olduğunu kabul etmek anlamına gelmiyor.

Yukarıdaki gerekçeye dayanarak diğer din mensuplarıyla diyaloğu reddeden kimse, -söz konusu nedenden dolayı- aynı inancı paylaşan akımlar ve mezheplerle diyalog kurmayı da reddediyordur. Hepimiz, İslam mezhepleri arasındaki kronik tartışmaları ve Hristiyan kiliseleri arasındaki benzer çekişmeleri duyuyoruz. Bütün büyük dinler, farklı görüşlerden ve çeşitli sosyal oluşumlardan dolayı kendi içerisinde bölünmüş bir vaziyettedir. Bu durum, mezhepler için de geçerlidir. İçerisinde bölünmüşlüğün olmadığı bir mezheple nadiren karşılaşırsınız.

Birkaç yıl önce İslam dünyası, mezhepler arasında yakınlaşma çağrılarına şahit oldu. Bunlardan bir grup, “Mümkün olan tek şey, ortak yaşamdır” diyerek bu eğilime karşı çıktı. Bu meseleyi, bugünlerde vefatının yıldönümü olan merhum Hani Fahs’la tartışmıştım. Bana alakasız olduğundan (yaygın teori anlamında) mezhepler arasındaki yakınlaşmaktan konuşmadığını söyledi. Ayrıca “uzlaşmak” şeklinde olumsuz bir mesaj içerdiğinden dolayı da ortak yaşamdan konuşmadığını belirtti. Bunun yerine Fahs, dünya işlerinde işbirliği yapmayı kabul etmek anlamına gelen birlikte yaşam ilkesini öneriyor. Diğer insanlarla birlikte aynı ülkede ya da aynı ortamda yaşadığınız zaman zorunlu olarak tüm tarafların çıkarlarını temsil eden ortak bir alan ortaya çıkacaktır. Bu çıkarları gerçekleştirme noktasında işbirliği yapmak, birlikte yaşamın konusudur. Akil bir kimsenin bu gerçeği inkâr edeceğini zannetmiyorum.

Yeryüzündeki her insanın farklı din ya da mezhepten kimselerle ortak bir çıkar kurduğunu söyleyebilirim. İnsanlar, seyahat ettikleri zaman kendilerini taşıyan uçağın pilotunun dinini sormuyorlar. Çocuklarını tedavi eden doktorun ya da alışveriş yaptıkları süpermarketteki satıcının mezhebini merak etmiyorlar. Yine doğal olarak insanlar, işlerinde ve evlerinde tükettikleri ya da kullandıkları ürünleri yapanın dinini veya mezhebini sormuyorlar.

İnsanın içine yerleşmiş kesin bir bilgi var: Bu mefhumu kabul etmeksizin hayat yürümez. Bunun için aşırı fanatikler bile bu tür işlerde muhalifleriyle işbirliği yapmaktan geri durmuyor.

Aslında bütün insanlar, dünyevi çıkar konularında ortaklık ilkesini tatbik ediyorlar. Fakat aynı zamanda onlar, bu çerçevede kurulan ilişkinin dini içeriğini de ihmal ediyorlar. Bundan dolayı herhangi bir dine ya da mezhebe işaret etmeden önce insanlar arasındaki ilişkilerin sıradanlaştığını görürsünüz. Din ya da mezhep zikredildiği zaman işler karışmaya başlar ve birlik bozulur. Hatta durum, işbirliğinden düşmanlığa kadar gidebilir.

Benim bu tuhaf değişim konusunda bir açıklamam var. Belki bu açıklamayı daha sonra yaparım. Fakat okuru şu basit soruyla karşı karşıya bırakmak istiyorum:

Her birimiz, John Rawls’ın tanımına göre cehalet örtüsünü takıp yani endişelerini ve tabiiyetini bir dakikalığına unutup kendisine şu soruyu sorsun:

“Yaratıcının isteğine hangisi daha yakın… İnsanların dünya işlerinde samimi olup işbirliği yapmaları mı yoksa işbirliği çekişmeleri mi? Dinin mesajına hangisi daha uygun: İnsanların arasında muhabbet ve karşılıklı rıza mı yoksa nefret ve düşmanlık mı?”