İran, Kore Yarımadası’ndan coğrafi olarak uzak görünebilir, stratejik olarak da iki farklı bölgeye ait olabilir, zira biri Ortadoğu’da diğeri ise Doğu Asya’dadır. Tarih, coğrafya ve bölgesel dinamiklerin farklı olduğu bu iki yeri, yalnızca bir kişi birbirine bağlamaktadır: Donald Trump ya da ABD’nin yeni yönetimi. Tahminler genellikle tuhaf bir şekilde neticelenir, ancak sabit olan şu ki, Washington, Pyongyang ve Seul ile yaklaşık bir buçuk yıl süren sert etkileşimlerin olduğu büyük ve derin bir deneyimin içerisine dalmış ve başladığından çok farklı bir tabloyla karşılaşmıştır. O zaman şunu sormak gerekir, ABD’nin Tahran tecrübesi Kore’de yaşananlara benzemekte midir? Yoksa bölgeler tamamen farklı mıdır? Oynanan tiyatro farklılaşmış mıdır? Değişkenlerin var olduğu etkileşimler böyle bir benzerliği kabul edilemez, hatta imkânsız kılmakta mıdır?
Elbette, Kore meselesi Donald Trump’ın Beyaz Saray’a gelişiyle tırmandı, daha önceden de Kore krizinin zorluğunun farkına varılmıştı. Daha da ötesi Obama döneminin ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton -Trump’a karşı başkan adayıydı- Kore krizini Amerika’nın karşı karşıya kaldığı en zor kriz olarak görürdü. Kuzey Kore, nükleer programını kayda değer canlılıkla başlattı ve sürdürdü ve ABD’nin batı sınırlarına ya da en azından Pasifik Okyanusu’ndaki adalarından bazılarına ulaşması için, füzeleri teknik ve mesafe açısından geliştirmek için gayret sarf etti. Zaman zaman, Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-un, füzeleri Japon adaları üzerinden geçirerek Japonya’yla dalga geçiyordu. Uygulamada, Kuzey Kore tüm bunları yaptı ve dünyanın bildiği en ağır ekonomik yaptırımlara maruz kalmış bir rejiminin ağırlığı altında yaşamaya mahkûm oldu.
İran, nükleer silah üretmeyi en azından teorik olarak durdurduğu nükleer anlaşma sonrasında daha iyi bir konumdaydı. Bu arada bütün dünya pazarları kendisine açıldı. Dahası, Batı bankalarının kontrol altına aldığı veya kısıtladığı fonları geri almıştır. Bu durum, İran’ın Kuzey Kore’de olduğu gibi füzelerini teknik ve mesafe bakımından geliştirmesine büyük olanaklar sağladı. İsrail’e, Avrupa kıyılarına ve çok sayıda Arap ülkesine ulaşabilecek füzeler üretti. Dahası, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki bölgesel nüfuzunu genişletmek için bu anlaşmayı istismar etti. Bunu da İran Devrim Muhafızları adı altında doğrudan ve Irak’taki Haşdi Şabi, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Husiler ve daha yakın zamanda Fas’taki Polisario gibi sadık güçler aracılığıyla gerçekleştirdi. İran’ın nükleer silahlarının izlenmesine ilişkin başlıca uluslararası raporlar olmasına rağmen, son sızan bilgiler bu silahı üretmek için gizli bir İran programının olduğunu göstermektedir. Her halükarda, İran rejimi tüm Ortadoğu’da istikrarsızlığın temel unsuru haline gelmiştir.
Pyongyang veya Tahran olsun, ikisi de totaliter rejime tanıklık ediyorlar. Kore’de komünizm, İran’da ise din kullanılmaktadır. Her ikisinin de gizli terörizm, kaçakçılık ve hatta küresel organize suç örgütleri ile hastalıklı ilişkileri var. ABD’ye gelecek olursak, Donald Trump, Kore ve İran kriziyle başa çıkmayı seçim kampanyasının önemli bir parçası haline getirmişti. İki Rejimden herhangi birisi, ABD’nin veya müttefiklerinin tehdit olarak gördüğü şeyi üretmeye devam ettiği sürece, taviz vermeyi reddederek önemli bir rol oynadı. Bu tehditler nükleer silahlar, uzun menzilli balistik füzelerin üretimi veya bölgesel saldırgan tutumlar olabilir, fark etmez.
Trump başkan olduğunda, önce Kore krizinin üstesinden gelmeye yöneldi ve senaryosuna, tehdit, sindirme, öfke ve ateş ile başladı. ABD, bu sorunu diplomasi ile çözememiş olsaydı, güç kullanarak çözmek için, Kuzey Kore ile savaşa girmeye hazırdı. Bu durum savaş çıkma korkusuyla bir dizi uluslararası ve bölgesel etkileşim yarattı. Güney Kore, Kuzey Kore için büyük çaba harcadı ve Çin, nükleer programı durdurmayı ve bitirmeyi kabul edene kadar, inatçı Kuzey Kore Liderinin gönlünü yapmada önemli bir rol oynadı. Buna mukabil, Kore rejiminin hayatta kalması ve sürekliliği sağlandı ve Ortadoğu’da Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi rejimlerinin başına gelenler Kuzey Kore Liderinin başına gelmemiş oldu. Kore rejiminin Çin ve Vietnam rejimi gibi kalma ihtimali var; Siyasi olarak komünist, ekonomik olarak kapitalist olacak ve pazar, bölge ve Batı ile ilişkiler kurmada rejimin köprüsü olacak.
Trump, göreve geldikten sonra İran meselesini hiç ihmal etmedi. İran’la nükleer anlaşmanın tamamen reddedilmesi yönünde tavır koydu. Kore krizi çözüldüğü anda ABD’nin anlaşmadan çekildiğini açıkladı. Sonrasında dünya, öncekinden farklı oldu. Trump’ın karar vermeden önce yaptığı açıklamalar esnasında, ABD’nin anlaşmadan çıkması halinde anlaşmanın devam etmesini kabul etmeyeceğini açıklayan İran, Avrupa ülkeleri, Çin, Rusya ve anlaşmanın diğer taraflarıyla anlaşma yapmaya istekli olduğunu açıklayarak geri adım attı. Bu durum eski anlaşmayı değiştirmek için kapıyı açmış oldu. Ve hatta İran rejiminin, uzun menzilli füzeleri de dâhil olmak üzere tam bir nükleer silahsızlanması karşılığında, Kore rejimi gibi ayakta kalması sağlanmış olacaktır. Öte yandan, İran krizinin zaman çizelgesi şimdi hala Kore krizinin ilk aşamalarındadır. Anlaşmaya dâhil ülkelerden, yeni anlaşma imzalamak veya eski anlaşmayı ekli protokolleri ile imzalamak için kamuya açık ve gizli kanalları açmaya istekli ülkeler var. Bu doğrultuda, bütün bu taraflar biliyorlar ki İran ile durumun patlaması tüm bölge için korkunç sonuçlar doğurabilir.
Bununla beraber, Kore ve İran krizleri arasında büyük bir fark var, İran’daki iç durum Kore’dekinden farklı. İçişlerindeki başarısızlık dış maceralara neden oluyor ve yine içteki çöküş emperyal fikir ve hamlelerle kapatılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz yıllarda kullanılmış pek çok siyasi kart var. Petroldeki yükselen fiyatlar İran’ın dışarıdaki hareket kabiliyetini artırıyor. Son olarak, son Lübnan ve Tunus seçimlerinde olduğu gibi yeni konumlar kazanmak ve siyasi hareket alanını genişletmek için dinin kullanımı var. Trump’un Kore’de kullandığı ” Uçurumun kenarına itme ” politikası, daha önce de belirttiği gibi tüm bölgeden çekilme isteğiyle çelişmektedir. Aynı zamanda karmaşıklığıyla Orta Doğu bölgesinin sıcak gündeminin bir parçası olan ve Sözde Arap Baharı’nın fırtına ve depremlerinden sonra çöküşe geçen Filistin davasına yaklaşımı ile de çelişmektedir. Son olarak, ABD şu anda, İran, Türkiye ve Rusya bloğu ile karşı karşıya bulunuyor. Suriye’de ve tüm Doğu Arap bölgesinde ortak çıkarları var. Her birinin ABD ile işbirliği yapmaya ihtiyacı var. Uçurumun kenarında durdurmak yeterli bir politik hamle değildir. Bütün bu Ortadoğu iklimi, Kore’de olduğu gibi İran’ı geri adım atmaya mı iter yoksa Ortadoğu tarihinde yeni bir sayfa açmanın çok daha farklı bir yoluna mı iter!?