Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Liberal ve muhafazakâr felsefe arasındaki ABD | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’a geldiğinden beri medyayla kavga ediyor.

Bu kavganın varlığı, açıklamalarını ve yorumlarını, sadece sosyal medya (Twitter) araçlarını kullanarak yayınlamasından açıkça anlaşılmaktadır. Amerikan medyasını, Amerikan devletinin “düşmanı” olarak değerlendirmiştir.

Bununla da yetinmemiş, -kendi ifadesiyle- yalan veya yanlış haber kaynağı, toplumun bölünmesinin nedeni ve her zaman ulusal çıkarlardan ziyade özel çıkarlara yönelen bir kurum olarak nitelemiştir.

Bu savaş artık, İfade özgürlüğü ya da haberlerin vaktinden önce yayınlanması meselesinin ötesine geçmiş, medyanın en sevilen adayı Hillary Clinton’ın diğer başkan adayı tarafından yenilmesi meselesine dönüşmüştür, yani ortada artık birinci sınıf bir siyasi savaş vardır.

İlginçtir, medyanın sevmediği bu aday, o günden beridir bu savaşı sürekli kazanıyor.

Mesele bazen de liberal felsefe ya da liberal akım ile muhafazakâr ya da milliyetçi felsefe (çoğunlukla beyazların hakları için) arasında cereyan eden bir savaş olarak tanımlanabilir. Bu günlerde, çoğu Batılı ülkede bu şekilde bir mücadele var, ancak ABD’de özel bir etkisi var, zira savaş açıktan ve geniş bir düzlemde yürüyor, ayrıca seçilen kelimeler de “demokratik” bir devlette söylenmemesi gereken sıra dışı kelimelerdir. Batı toplumlarındaki derin değişimler hakkında çok fazla konuşulur oldu, şimdilerde buna “liberal olmayan demokrasi” denmeye başlandı.

Anayasa ve yasaya uygun olarak izlenecek prosedürlerin korunması anlamına gelmektedir. Fakat bu anlayış, hoşgörüyü dışlamış veya “diğer görüş” ü dinlemez hale gelmiştir ve bu da sürekli olarak keskin kutuplaşmalara neden olmaktadır. Başkan Trump, seçimin ilk anından itibaren iki tür sorun ile karşı karşıya kaldı: ilki, seçime katılanların çoğunun oyunu kazandı ancak halkın çoğunun oyunu kazanmadı. Seçime katılanların çoğunun oyunu elde etmek kazanmak için yeterli olmakla beraber, halkın çoğunun oyunu almaya da engel değil. Seçimlerde Rus etkisi de başka bir konu.

Diğeri ise; Başkan Trump’ın seçilme hikâyesi, seçim sürecinin sona ermesiyle sona ermedi ve seçime katılanların çoğunun oyunu elde eden yani aynı yöntemle seçilen George W. Bush’un(Oğul) seçilmesi gibi olmadı, zira Bush’un meşruiyeti sürekli sağlam kaldı ve buna dair tartışmalar yaşanmadı. Sonuçta Donald Trump, Beyaz Saray’da ilk gününden itibaren sanki seçimler sonuçlanmamış gibi kalmaya devam etti!

Demokratik toplumlarda, liderlik ve medya arasındaki savaşın, siyasi partiler ve başkanının siyasi destekçileri aracılığıyla yürütülmesi oldukça yaygındır. Siyasette onunla hemfikir olanlar, siyasal süreçte diğer taraflarca önerilen politikaların hatalı olduğuna inanırlar.

ABD’de başkanlar her zaman, Richard Nixon’u istisna edersek, makamlarını sert polemiklerin dışında tutmaya çalışırlar.

Genellikle başkanlar gazetecilere yakın durmaya çalışırlar ve onlara özel röportajlar verirler ki gazeteci Bob Woodward bu statüye sahip bir gazeteciydi.

Clinton, Bush ve Obama ile kitap olabilecek hacimde birkaç derinlemesine röportaj yaptı.

Aynı statüyü elde etmek için Trump ile görüşmeyi denedi, ancak red cevabı aldı.

Beyaz Saray’ın içindeki unsurlara dayanarak “Korku” kitabını yazma durumunda kaldı.

Başkanın, seleflerinden ve belki de haleflerinden farklı bir yaklaşımı vardı. Kamuoyu önünde doğrudan bir çatışmayı benimsedi ve sonuçta kısa bir sürede popülaritesinde bir artış oldu. Kamuoyu anketlerinin çoğunda Trump’a olan halk desteği yüzde 40’dı, bu da esasında çoğunluğu temsil etmiyor.

Ancak bu kesim, adaylarına oldukça bağlılar ve bu bağlılık gerçek oylamada çoğunluğu kazanmak için yeterli olabilmektedir. Zira geri kalan yüzde 60, bir siyasi tercihe sahip olmakla birlikte, çoğu zaman seçim sandıklarına gitmiyor.

Güney Amerika’daki Latin Amerikalı azınlık, Trump’tan gelen saldırılara maruz kaldı ve gerçekten de bu kesimin elinde fazla bir koz yok, ancak yine de Amerikan tarihinde azınlıkların oy kullanma oranı çok düşük kalmıştır.

Geçtiğimiz aylarda, Trump medya ile başa çıkmada yeni bir yaklaşım benimsedi, belirli meseleleri ele alıp kamuoyuna mal etmeye yöneldi ve medyanın buna karşı muhalefetini ABD’nin çıkarlarıyla çelişen hantal politikalar olarak göstermeye başladı.

Sözgelimi Amerikalı yargıç Brett Kavanaugh’un seçimine yönelik savaşta, Trump sadece Anayasa Mahkemesine bir yargıcın seçimini onaylamakla kalmadı, aynı zamanda mahkemenin liberal ve muhafazakâr dengesinde 4’e karşılık 5’le çoğunluğun oyunu alarak yeni bir zafer kazandı.

Trump daha ziyade yargıcın saygınlığına odaklandı, cinsel taciz suçlamasının yapıldığı tarihin on yıllar önce olmasını ve bu iddiayı ispatlayacak hukuki veya kanuni bir kanıtın bulunmamasını öne çıkardı. Buradaki esas mesele, gerçeğin ne olup ne olmadığı değildi, halkı gerçek gibi duran bir olgunun etrafına toplayabilmekti. Medya, bir bayan ve bir üniversite profesörünün durup dururken cinsel tacize uğradığını iddia etmesinin imkânsız olduğu tezini işledi.

Fakat Trump, kanıtsız bir iddiaya güvenilmeyeceği “kuralına” dayandı.

Gazeteler, televizyon ekranları ve internet sitelerinde davayı kaybettikten sonra aynı medya, Senato üyeleriyle sokağı karşı karşıya getirmek istediğinde tekrar kaybetti, zira Trump, konseyin karar almasını engellemek için medyanın gösterileri artırdığını ifade etti ve yine kazanan taraf Trump oldu.

Göçmenlerden bir konvoyun, Guatemala ve Honduras vatandaşlarını bir araya getirip Meksika üzerinden Amerikan sınırına doğru sığınmak için ilerlemeye başladığında aynı şey yeniden yaşandı. Amerikan medyası konuya, ülkelerinde yaşamakta olan yoksul insanların çözüm arayışı olarak yaklaştı, onlara göre, daha önce milyonlar Amerika’ya neden geldilerse bunlar da aynı amaçla gelmişlerdi. Yaptıkları yayınlarla iki şeyi öne çıkardılar; ilki, yargı her bir bireyin durumu hakkında karar verene kadar, konvoyun himaye altına alınmasını öngören kanunun uygulamaya konulması gerektiğiydi. İkincisi ise, Ülkede bir insanlık trajedisinin var olduğuydu. Bu durumun, Trump ve yönetimini sorgulanır hale getirdiğini dile getirdiler.

Bu mesele, Trump’ın seçim kampanyasındaki ana meselelerinden biriydi ve konuyu sert ve yoğun bir şekilde işlemişti. Öyle ki sadece Muhafazakâr Cumhuriyetçi Beyaz tabanı korkutmakla kalmamış, onlarla beraber pek çok Amerikalının da bu göç ve iltica meselesini bir istila gibi görmesine neden olmuştu.

Trump bu göçmenler arasında suçlular ve tecavüzcülerin olabileceğini hatırlatmakla yetinmedi, aralarında “Ortadoğulu” ya da “teröristler” alabileceğini de söyledi!

Trump, Amerika ve Meksika arasında bir duvar inşa etmek istiyordu ve görünüşe göre de bunu elde etti. Amerikan medyasının bunu isteyip istememesinin hiçbir önemi yok!