Lütfen yeni siteyi Bekleyiniz: https://aawsat.com/turkish


Ortadoğu haber | Şarkul El-Avsat

Yeni ve eski bir tartışma | ŞARKUL AVSAT
Bir Sayfa Seçin

Merak edilen konu şu: Dünya düzeni, 21. yüzyılın son on yılı içinde gerçekleşen gelişmeler ışığında veya mevcut haliyle nereye gidiyor? Bu tartışmalı soruya iki tez/kuram üzerinden cevap verildi;

İlki “Medeniyetler Çatışması” tezi; Harvard Üniversitesinde Siyaset Bilimci Samuel Huntington tarafından 1991 yılında ortaya atıldı. Sovyetler Birliği ile ABD, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki Soğuk Savaşın bitmesinin ardından, dünyada çatışmanın biçiminin nasıl olacağını bu tezinde aramaya çalıştı.

Bu teze göre; Her ne kadar bu soğuk savaş birincisinin ikincisine üstünlüğü ile bitmiş olsa da, dünya düzeni herhangi bir çatışma ve çekişme üzerinden yönetilmelidir. Ve işte bu da, dünyadaki insanlar arasındaki temel din ve doktrinleri yansıtan yedi dünya uygarlığı arasındaki çatışmadır. Bu sadece İslam dini ve medeniyetiyle alakalı bir mesele değildir, bilakis Hindistan’da BJP partisi ile iktidara gelmiş bulunan Hindu dini ve kültürü, Hindistan, Sri Lanka ve Myanmar’da ne kadar tahammülsüz ve hoşgörüsüz olduğu ortaya çıkan Budist din ve kültürü ile de alakalıdır.

İkinci tez ise kısa bir süre sonra Francis Fukayama’dan geldi ve kendisi halen Stanford Üniversitesi’nde profesördür. Tarihsel olaylar elbette devam edecekti ancak büyük fikirler arasındaki çatışmanın bittiğini “tarihin sonu” teziyle ifade etti. Zira bütün dünya artık demokratik liberalizm fikrini benimsemişti. Daha sonra “küreselleşme” adı altında ilerleyen bu süreç, uluslararası toplumun bu fikri kapsamlı bir referans olarak kabullenmesiyle kemale ermiştir.
2002 yılında Mısır Kitap Organizasyonu tarafından “Küreselleşme” veya “Medeniyetler Çatışması” başlıklı kitabım yayımlandı. Huntington ve Fukayama arasındaki farkı açıklamaya gayret ettim. Zira Popüler Arap fikir dünyası, Batı medeniyetinin bir ürünü olması hasebiyle her iki tezi aynı kefeye koymaktaydı. Onlar açısından “diğer” olan her şeye düşmanlık yapılmalıdır.

Doğrusu, her iki tez arasında büyük bir fikir ayrılığının olduğunu da söyleyemeyiz. Huntington, “üçüncü dalga” olarak adlandırdığı demokrasi olgusunun ortaya çıkmasını (Birinci Dalga Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra geldi, ikincisi ise İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Avrupa’nın kurtuluşundan sonra geldi) inkâr etmiyordu.

Zira bunun bir gereği olarak, 1970’lerin ortalarından 20. yüzyılın sonuna kadar, dünyadaki demokratik devletler kısa bir süre içinde 35’ten 115’e kadar yükselmiştir. Huntington aynı şekilde küresel teknolojinin, uluslararası pazarın gelişmesinde, mal ve hizmetlerin hızlı bir şekilde iletilmesi ve taşınmasındaki etkisini inkâr etmedi. Bu teknolojinin “Davos insanı” olarak nitelediği şeyi ortaya çıkardığına inandı. Bu isimlendirmeyi, İsviçre’nin Davos kentinde evrenin sorunlarını ele almak ve büyük ikilemleri çözmeye çalışmak için düşünce ve kanaat önderlerinin her yıl bir araya gelip konferans düzenlemesine atfen yapmıştır.

Ayrıca kültürler ne kadar farklı olursa olsun, dünyayı anavatanı olarak görmekte ve onu “kozmopolit” bir yapı olarak değerlendirmekte, bir kıtadan diğerine ve bir ülkeden diğerine geçmekte bir mahzur görmemektedir. Öte yandan, Huntington, “kültür” ve “uygarlık” olgularının, gelecekteki çatışma ve çekişmelerin temelini oluşturacağını kabul etmesine rağmen dinin bu çatışmanın ana omurgasını oluşturacağını öngörmektedir. Hatta John Locke’un, liberal kapitalist sistemde bir vatandaş, üretici ve tüketici olması hasebiyle bireyi yücelten felsefesinden etkilenen ileri Batı uygarlığının temeli olan “Protestanlık” ahlakını bu çatışmanın temel unsurlarından biri olarak görmektedir.

Öte yandan Fukayama, “medeniyet” ya da dinin etkisini tamamen inkâr etmiyor. En önemli kitaplarından biri olan “Güven”de, toplulukları kendi aralarında birleştiren, karşılıklı güven ve fayda meydana getiren kültürel boyuta dikkat çekmiştir. “Kimlik” isimli kitabında ise, toplumların, farklı etnik gruplara rağmen bir bütünlük oluşturabileceğine değinmiştir. Fakat aynı zamanda, Fukayama, uygarlık, kültür, din gibi olguları daha ziyade iç çatışmaların dinamik/değişken unsurları olarak görmektedir. Bunların birçoğu ekonomik, sosyal, çevresel ve teknolojik faktörlerin etkisiyle oluşmakta ve bunların hepsi ekonomik büyüme, sosyal ve politik gelişim oranlarına göre değişmektedir. Huntington karşıtlığını içeren bir konferansında “değişim” e odaklandı ve Katolik dininin demokrasiyi kabul etmesiyle birlikte Protestanlık ile arasında politik bir farkın kalmadığını ifade etti. Tek bir mezhep ve dine inanmalarına rağmen Somali ve Afganistan’da çatışmaların şiddetlendiğini, Ortodoks Hıristiyanlığı ortak bir din olmasına rağmen, Rusya, Gürcistan ve Ukrayna arasındaki çatışmayı engellemediğini belirtti.

Ancak, Fukayama’nın The American Interest’te yayımlanan “Huntington’s Legacy/ Huntington’un mirası” adlı son makalesinde; “Görünen o ki, şu anda kazanan taraf Huntington’dur” şeklinde itirafta bulundu. Çünkü ona göre dünya, demokrasinin nicelik ve nitelik olarak azaldığı bir demokratik daralma döneminden geçmeye başladı ve dünya Rusya ve Çin gibi otoriter süper güçlerin savunmadan saldırıya geçtiği bir ters istikamette ilerliyor. Fukayama makalesinde şunu da sorguladı: “Demokratik gerilemenin, uzun bir süre devam edecek tam bir demokratik kayba dönüşeceği söylenebilir mi? Ya da küreselleşmenin sonuçlarından eşit ve dengeli bir şekilde faydalanamayan dünya, bir onarım sürecinden mi geçiyor? Aynı zamanda, Güney Amerika, Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa ve Kuzey Amerika’ya Akdeniz üzerinden akan muazzam göç olgusu güçlü bir şekilde desteklendi. Sonuç ise, politik popülizm, geleneksel ve modern ulusal şovenizm ve İslamofobinin doğması oldu. Kısacası tarih, kültür ve medeniyet bakımından farklı olana düşmanlık yapma ve ötekinden nefret etmenin yaygın hale gelmesi nelere neden olacaktır?”

Bu sorunun cevabı, liberalizmin ve demokrasinin büyük bir kayba uğraması mıdır? Ya da pratikte yaratılan kusurların hızlı bir şekilde onarılması mıdır? Yoksa dinden, kimliklerden ve kültürlerden arındırılmış adalarda yaşamak mıdır? Ya da insanlık, kamu özgürlükleri, insan hakları ve iktidara barışçıl yolla gelme temelinde ortak evrensel değerler altında yaşayabilir mi? Bu soruların cevapları da mevcut olgular ve gelişmeler ışığında derinlemesine araştırılmalıdır. Zira ekonomi artık etkili tek unsur olmadığı gibi sağ ve sol arasındaki geleneksel bölünme de artık mevcut değildir. “kimlik”, popülist milliyetçilik, Amerika’da ve dünyada liberal elitlere karşı tarihi bir isyan başlatan “Trumpvari” fenomen daha etkili hale geldi. Ve artık bu fenomen Avrupalı liderlere ve dünyanın diğer bölgelerine ilham kaynağı oldu. “Trumpvari” tutum, uluslararası sistemde ve ABD içinde geniş yankı uyandırdı. Fakat bu fenomenin bizzat kendisi Trump ve ABD Başkanı olarak seçilmesinden önce de vardı. Öyle ki Polonya ve Macaristan’da tezahürleri ortaya çıkmıştı. Avrupa Birliği’nden İngilizlerin çıkışı ve Avusturya, Almanya ve İtalya’daki popüler ulusal sağın büyük ilerleme kaydetmesi yine bunun tezahürleridir. Küreselleşmenin en önemli tezahürlerinden bir olan ve politik mühendislik sürecinde en liberal ve demokratik proje olan Avrupa Birliğine, Avrupa ülkeleri arasında halk desteğinin azalmasını da aynı minvalde değerlendirebiliriz.

Her ne kadar Fukayama, Huntington’un tezini daha isabetli görse de umutsuz görünmüyor. Din ve kimlik meselesinden daha derin bir mesele olarak gördüğü “insan onuru” üzerinde duruyor. Şayet ciddi bir yara almamışsa, dünyada sınır ötesi hareketlerde küresel bir mesaj olarak ortaya çıkan, ekonomik ilerleme, siyasi katılım, toplumsal eşitlik, genç ve kadınların önünün açılması gibi olgularla bu onur ayakta tutulabilir.