Bir dostum bu hafta bana bazı fakihlerin fetva ve görüşlerinde katı bir eğilim bulunurken bir diğer kısmının eğiliminin ise bunun aksine kolaylaştırma yönünde olmasının sırrını sordu. Bu durum bazen bir meseleye yönelik tutumda ortaya çıkıyor. Bir gün hocalarımdan biriyle bu konuyu konuştum. Mesele kolaylaştırmaya açık olsa da insanların haram sınırlarından uzaklaşmaları için bazı hükümlerde katı olunması gerektiğini düşündüğünü söyledi. Çok yaygın bir sözü hatırlattı, belki de atasözüydü; ‘Ateşe düşmek üzere olan birini düşmekten korumak.’ Bu düşünceden teori ve pratikte ihtiyatlı olunması gerektiği sonucuna varıyorum.
Açıklamak istediğinin özü şuydu; şer’i hükümlerin birçoğu sorumluluk dairesine veya sınırlarına işaret ediyor. Kendisine ihsan edilmesini isteyen kişi bunu en üst düzeyde, orta yolu izleyen kişi ise söz konusu sorumluluğu en alt seviyede üstlenir.
Bence fakihlerin farklı görüşleri karşısında insanların kafası karıştı. Mesele her ne kadar açık da olsa ve her iki görüşün delilleri de olsa insanlar, zorlaştıran ile kolaylaştıran arasında kaldılar.
Kolaylaştırmanın şeriatın temeli olduğunu söylemeye gerek yok. Sorumluluğu en alt seviyede üstlenmek ya da en üst düzeyde yüklenmek mükellefin (ergenlik çağına gelmiş, akıl baliğ olan Müslüman kimse) kişisel tercihidir. Bu bir hadis-i şerifte söyle belirtilmiştir; “Bir kavim kendilerine katı davrandı, Allah da onlara katı davrandı.” Fakat konunun özü bu değildir. Konunun özü, dinin birey ve toplum hayatındaki yeridir.
Din ve inananlarının yaşamı arasındaki ilişkiyi üç varsayım ile anlayabiliriz.
Birinci varsayım; dini hükümler, önceden oluşturulmuş bir tasarım ve oluşum sistemidir. Bireyi üst perdeden muhatap alır. Herhangi bir düzenleme veya itiraz olmaksızın öğretileri gereğince davranmayı zorunlu kılar. İkinci varsayım; zıt bir ilişkiye işaret eder. Dini hükümler, çeşitli seçeneklerin bulunduğu bir sofradır. Mükellef, herhangi bir öncelik gerekliliği olmaksızın buradan istediğini seçer. Üçüncü varsayıma gelecek olursak; dini hükümler ile bireyin hayatı etkileşim içindedir. Genel felsefe din veya hayat üzerinedir. Hükümler ve uygulama öncelikleri, bireyin hayat şartları, ruhsal durumu veya içinde bulunduğu çevrenin gerekliliklerine göre değişebilir.
Birinci varsayımda din, bireyin hayatını ve izlediği yolları kurallara bağlar. Tıpkı trafik kurallarının araçların seyrini kendisine bağlı kılarak belirli gidiş yolları sunması gibi. İkinci varsayımda da din, bireyin hayatına bir ek gibidir. Özünden bir parça değildir. Fakat üçüncü varsayımda ise din ve hükümleri yaşamın bir parçasıdır: İnsan ve yaşadığı dünya arasındaki bağlantıyı kurar.
Üçüncü varsayım, dönüşümün, insanın, dünyasıyla olan ilişkisinin temel içeriği olduğu görüşüne en yakını gibi görünüyor. Bu ilişkinin unsurları sürekli bir etkileşim içindedir. İnsan algısı; entelektüel ya da maddi potansiyel arttıkça, dünyası ve bu dünyayla olan ilişkisi de değişir. Bu noktada, imanının önemi ortay çıkar. Onun temel rolü, insan ile tabiat arasında olumlu bir bağlantı olarak tecelli eder.
Buna bir de bireyin potansiyelinin artmasından kaynaklanan, kibir ve zulüm gibi olumsuz gerilimlerle örnek verelim. İman, kişinin beklentilerini dengeler. Kibir ve yıkımdan iyilik ve imara yönlendirir.
Dini hükümlere bu açıdan bakarsak, tartışmaya yol açan hükümlerin, yalnızca belirli bir tarihsel aşamadaki davranış yönergeleri olduğunu, toplumsal bir durum, şahsa özel ya da zaman ve mekâna bağlı olduklarını görüyoruz.
Bu değerlendirmeyi kabul ettiğimiz takdirde, kolaylaştırma ve katılık tartışmasına artık yer kalmaz. Çünkü o hükümlere aşamalı emredilen hükümler olarak bakacağız. Dini hükümler insan hayatının akışına muhalif bir şekilde toplu olarak emredilmemiş, aşama aşama getirilmiştir.